Fecir | Konular | Kitaplar

Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır

Düşmanlık ve Dostluk



Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın
Dışa Yansımasıdır
 
Düşmanlık ve dostluk, "Lâ ilâhe
illâllah"ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı
zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın
temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı,
kâfirlerle dostluk; Allah'ın dostluğunu kaybettiren, O'nunla ilişiğinin
kesilmesini gerektiren (3/Âl-i İmrân, 28) büyük bir suç olduğu gibi,
dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır (60/Mümtehine, 1), zâlimlerden olmaktır (9/Tevbe,
23; 60/Mümtehine, 9) ve kâfirler safına geçmek, "onlardan olmak"tır (5/Mâide,
51). Allah'a düşmanlık yapanları, Allah'ın düşmanlarını dost kabul etmek;
Allah'ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman
kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir  parçasıdır.  "Tâğutu 
reddetmek,  onu  inkâr  etmek" olmadan Allah'a iman, yeterli değildir, eksiktir,
insanı kurtarmaz. "Kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, o kesinlikle
kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır." (2/Bakara, 256)
Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü'min olamaz.
Tâğut ise, Allah'tan başka, O'na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat
görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah'ın dışında ve O'na rağmen uyulan,
kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her
şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini
gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü
reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı
şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit
müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk
sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve
cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah'ın ve O'nun sevdiklerinin tarafını
tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu
hissedecektir.
"Onun için sen zikrimize (Kur'an'a)
iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden
yüz çevir." (53/Necm, 29)
Allah'tan başka ilâh olmadığına
dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah
için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği
kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar
Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah'ın
sevdiklerini sevecek, O'nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir.
Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun
velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost
kabul edip sevemeyecektir.   
Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur
ki: "İman ipinin  (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için
düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir."
(Mişkâtu'l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, 1/69, Taberânî,
El-Kebîr). İbn Abbas şöyle der: "Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve
Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse,
o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah'ın dostluğuna erişir (Allah'ın
dostluğunu, velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı
sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına
erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya
ilişkilerine bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey
kazandıramaz." (Hilyetü'l-Evliyâ, 1/312)
Mü'min, bazı dünyevî ilişkiler
kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse,
hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir.
Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar.
Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara
benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur (Tirmizî,
hadis no: 2696)