Fecir | Konular | Kitaplar

Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır

Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır



Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır:
 
Komünizmin, enternasyonalizmin,
hümanizmin dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle
ilgilidir. Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı
ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet'in deyişiyle "Vatanım rûy-ı zemîn,
milletim nev-i beşer" anlayışı. (Müslümanın vatanı, İslâm'ın hâkim olduğu yer,
yani dâru'l-İslâm; milleti, bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.)
Batı dünyasının ve özellikle ABD'nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları, ülke
menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden ve hatta onlardan iyi
tanıyan Rabbimiz'in hükmü:
"Onların milletine/dinine
uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmayacaklardır."
(2/Bakara, 120).
Batıyı örnek almaya çalıştığı
halde ne batılı olabilen ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık
anlayışı da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz
bakış yansır. "Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları yaptı..." Ama,
düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar, ülkeyi düşmanlardan
kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim
vb. icraat niye onlardan daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci
tehlike ve büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle
dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zikzaklar çizen tavırları
getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü kan belirleyecektir.
Düşman da başka ırklardır: "Türk'e Türk'ten başka dost yoktur!", "her şey Türk
için, Türk'e göre, Türk tarafından!", "Tanrı Türkü korusun!"  
Mü'min için ölçü nettir: Allah
için sevgi, Allah için buğz; Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost,
gerçek Velî'ye, ölümsüz Dost'a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O'ndan
uzaklaştırandır. Allah'ı gerçek anlamda "tek dost" kabul eden, hiç O'nun
düşmanlarını, O'na dost olamayanları sevebilir mi?!
"Ey iman edenler! Sizden kim
dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı
alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum
getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın
kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın
dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." (5/Mâide, 54)

"Muhammed Allah'ın rasûlü/elçisidir.
Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise
merhametlidirler..." (48/Fetih, 29)
Günümüz müslümanlarının önemli
bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara
düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul
ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî
yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul
edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız
tekfir gibi cinâyetler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar
sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi
olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi
koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine
girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü.
"Kişi, dostunun dini
üzeredir." (Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178).
Ve dostluk, sevgi kuru bir
iddia değildir. Allah'a dost olmak, Allah'ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça,
kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah'la ve
müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz.
"Rasûlüm! De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (3/Âl-i İmrân, 31) Düşmanlık da dostluk
da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki veya
bağları koparmaktır.
"Allah size imanı sevdirmiş
ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size
çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (49/Hucurât, 7)

"Hep birlikte Allah'ın ipine
(Kur'an'a, İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini
hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi
birleştirmişti ve O'nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş
çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı." (3/Âl-i İmrân,
103)                                          
Sevgi ve dostluğun gerekleri
vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple
ve gerek dış görünüş ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın
zorluklarına ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek, onu
küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne ve sevincine ortak
olmak. Allah'ı sevmek ve Allah'la dost olmak demek; Allah'ın dostlarını sevmek,
onlara yardımcı olmak, onların yanında yer almak, Allah'ın dinine yardım etmek
demektir.
 "Kişi, dostunun dini
üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!" (Tirmizî, Zühd
hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178)
Kur'an, dostlukları ve dostları
ikiye ayırır: Allah'ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan
birine mensuptur. Allah'ın velîsi/dostu, yani "evliyâullah"  ol(a)mayan, mutlaka
şeytanın velîsi/dostu, yani "evliyâu'ş-şeytan" dır; üçüncü bir grup yoktur.
"Allah iman edenlerin velîsi
(dostu  ve  yardımcısı)dır.  Onları  küfrün  karanlıklarından (kurtarıp iman)
nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî
fıtratları olan İslâm'ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar
ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî
kalıcıdırlar." (2/Bakara, 257) "İman edenler Allah yolunda savaşırlar.
Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü'minler!) siz şeytanın evliyâsı
(velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz
şeytanın hilesi zayıftır." (4/Nisâ, 76)
  "Eğer onlar Allah'a,
Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir,
hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu
fâsıktır, yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 81) "...İçinizden onları dost
tutanlar, onlardandır!" (5/Mâide, 51)
Kâfirleri dost kabul etmek,
iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber
bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir.
Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün
müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa
gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah'ın düşmanlarının ve
kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki
memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir.
"Müslümanım!" diyen nice insan,
kâfirlerin koyduğu  küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve
dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte ve onlara gönül
rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına
benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve
çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü'yle savaş demek olan fâiz
(2/Bakara, 279) olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler... 
Bazı kâfirlere, dost olmanın
ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul
ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat
eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara
imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl
bir sıfat bulmalı!?
"(İnançta ve amelde) Bizden
başkasına benzeyen Bizden değildir." (Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu'l-Mesâbih,
hadis no: 5347) diyen Rasûl'ün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu
davranışlarıyla Rasûl'ün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız. Bu
tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları kendi hallerine
terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak, hastalığı teşhis edip tedavi için
bize çok şeyler düştüğünü, görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu
kabullenmek için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli;
çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan bulaşıcı şirk
mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...     
Gerçek mü'min, İslâm
şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve
münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak
mecbûriyetindedir. "İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet)  yalnız Allah'ın,
O'nun Peygamberinin ve gerçek mü'minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği
bilmez, anlayamazlar." (63/Münâfıkûn, 8) Mü'min, İslâm şahsiyetinin
yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına,
hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür.
"(Ey Peygamber!) Sen onların
çoğunluğunu  (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak
hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar." (25/Furkan, 44)
"Ey iman edenler! Müşrikler
ancak bir pisliktir..." (9/Tevbe, 28)     
"Allah'a ve âhiret gününe
iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da
olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte
onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları
desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak,  orada 
ebedî  kalacaklardır.  Allah  onlardan  râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut
olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin
ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır."   
(58/Mücâdele, 22).
Bu âyet-i kerime, Allah
taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması
gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü'minin her türlü câzibeden ve her çeşit
tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa
sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm'ın olduğu yerde ırkçılık,
nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok; vatan,
cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok. Allah'ın istediği
şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akîde ve onun
bayrağı altında durmak vardır.
Kâfirlerle dostluk kurmanın
tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir
olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike
ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece
kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin
küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini
tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları
işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar,
kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini
göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü
gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü'minlere karşı ise, bu da imanın
gereğidir.        
İman, kabul etmeye ve
sözleşmeye dayalı bir dostluk simgesidir. Bunun neticesi de Yaratıcı'ya teslim
olmaktır. Bu teslimiyet, ahd, mîsak ve velâ kavramlarıyla ifade edilir. İnsan,
dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ'ya, yaratıldıkları
ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı.
"Muhakkak bu (İblis) sana ve
zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü
senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada
susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın." (20/Tâhâ, 117-119)
İnsanın ilk yanlışı, düşmanını
dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı
tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar
bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir
tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve
kahramanlık yapar, gözleyenler bilir. 
Dostluk-düşmanlık konusunda
hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, "gâvurun atına binen,
onun kılıcını kuşanır" atasözünün ve "bugün yardım alan, yarın emir alır" 
vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından
yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler
almalıyız.