Fecir | Konular | Kitaplar

Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Âyetü'l-Kübrâsı

Hz



Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Âyetü'l-Kübrâsı  

 
Hz. Mûsâ (a.s.)'nın en büyük
mûcizesi, elindeki asâyı ejderhaya çevirmesidir ki Kur'an buna şöyle temas
ediyor:
"Hani Rabbin Mûsâ'ya
mukaddes Tuvâ vâdisinde şöyle seslenmişti: 'Firavun'a git. Çünkü o, pek
azmıştır. Ona de ki: ‘(Küfürden, azgınlıktan) temizlenmende hevesin/meylin var
mı senin? Seni Rabbini tanımaya yönelteyim mi ki O'ndan korkasın.' Mûsâ gitti ve
Firavun'a en büyük âyeti/mûcizeyi (âyetül-kübrâ) gösterdi. Fakat Firavun
yalanladı ve (Allah'a) isyan etti." (Nâziât: 79/16-21)[1]

Âyet içerisinde yer alan "ayetü'l-kübrâ",
yani "büyük âyet" ifadesi ile, Hz. Mûsâ'nın asâsının yılan olmasına işaret
olunmaktadır. Bu, ne kadar büyük bir mûcizedir ki, cansız bir baston, herkesin
gözü önünde yılana çevriliyor ve sihirbazların sopa ve iplerinden yapay/sanal
olarak yaptıkları yılanları yutuyor. Hz. Mûsâ onu eline aldığı zaman ise, normal
bir asâ oluveriyor. Bu büyük mûcize, Hz. Mûsâ'nın Allah'ın gönderdiği bir
peygamber olduğunun çok açık bir delilidir.
Hz. Mûsâ'nın göstermiş olduğu
en büyük âyeti, büyük peygamberler bakımından bu niteliği taşımaz. Sadece âit
olduğu kategorinin "en büyüğü" olarak belirir. Hz. Peygamber'in müşâhede ettiği
en büyük âyet ise, kelimenin tam mânâsıyla en büyük ve zirvedir. Çünkü onun
üstünde bir müşâhede başka bir insana nasip olmamıştır. Her âyet, bir öncekine
göre daha gelişmiş bir seviyededir ve daha üstün bir
müşâhede/inceleme/değerlendirme ve düşünce gerektirir:
"Bizim onlara gösterdiğimiz
her âyet, mutlaka öbürlerinden daha büyüktür." (Zuhruf: 43/48)
Hz. İsa devri, "muktariha"
dediğimiz, daha çok dış dünya ile ilgili, göze, kulağa hitabeden âyetlerle
Kur'anî âyetler devri arasında bir köprüdür. İsa (a.s.)'nın büyük mûcizelerinden
biri olan mâide (gökten inen sofra) mûcizesi konusunda, kavminin ısrarlı
talebinden dolayı, böyle bir âyet/mûcize istenmesinden rahatsız olmuş ve
Allah'tan sofranın indirilmesini dilemekle birlikte "ilk ve son" demeyi de ihmal
etmemiştir.[2]

İnsanlık, her devirde bu göz
alıcı, kaba idrâki doyurucu âyetlere/olağanüstülüklere hevesli tiplerle doludur.
Bu günkü dünyanın, velîden kerâmet isteyen, efendilerini uydurma kerâmetlerle
yarıştıran insanları da buna bir delildir. Kur'ân-ı Kerim'in şu beyanları,
konumuz bakımından çok ilginçtir:
"Dediler ki: ‘Bu nasıl
peygamber? Bizim gibi yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilip
de, beraberinde bir korkutucu (olarak) bulunmalı değil miydi? Yahut O'na gökten
bir hazine atılmalı, veya O'nun meyvelerini yiyeceği (esrârengiz) bir bahçesi
bulunmalı değil miydi?" (Furkan: 25/7-9).
Burada sergilenen tavır, çok
geri bir anlayıştır. Kur'ân-ı Kerim, tamamen kaba, muhâkeme ve düşünceden uzak
bir dünyaya hitap edecek bu tür âyetler istenmesini, işte böyle kınıyor. Buna
karşı, bizi başıboş sandığımız eşyayı, umursamayıp kenara attığımız olayları
derinden incelemeye çağırıyor ve bize bu hususta anahtarlar veriyor. Sineğin
kanadı, gecenin karanlığı, rüzgârın sesi, hatta cansız saydığımız maddelerin,
farkına varamadığımız, anlayamadığımız tesbihi... Bütün bunlar, yüzlerce âyet
taşımaktadır. Kısacası, Kur'an varlık ve oluşun bizzat kendisini bir mûcize
halinde tanıtıyor. Kaba idrâke dayanan âyetler/olağanüstülükler istemek, bir
geriye dönüştür. İnsanlığı getirildiği zirveden alıp çukura itmektir.
Son Rasul devri, âyetlerde
kemâl devridir. Bu dönemde âyetler tefekkür, taakkul (düşünme, aklı çalıştırma),
ilim ve sanat konusu olmuşlardır. Enfüsî âyetlerin tetkiki ilk defa bu ümmete
öğretilmiştir. Kur'an bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:
"Arzda kâmil bilgi sahipleri
için nice âyetler vardır. Nefislerinizde de (âyetler/ibretler, deliller vardır).
(Bunları) Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 51/20-21).
Eski ümmetlerin, genellikle
ölümleriyle/helâkleriyle sonuçlanan ve doğal âfetler şeklinde beliren âyetlerin
değerlendirilmesi de, bizim için bir âyettir. Yani, eski ümmetlere maddesiyle
âyet olan şeyler, biz ümmet-i Muhammed'e mânâlarıyla âyet oluyor:
"İşte sana onların,
işledikleri zulümler yüzünde çöküp ıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz bunda, ilmi
kullanan bir topluluk için kesin âyetler vardır." (Neml: 27/52).
"(Ey Firavun!) Bugün senin
bedenini kurtaracağız ki, arkandan gelenlere bir ibret olasın. İnsanların çoğu
Bizim âyetlerimizden gerçekten habersiz bulunuyor." (Yûnus: 10/92)

Aslında Mekkelilerin ve
yahûdilerin Hz. Peygamber'den özellikle istedikleri, önceki peygamberlerde
olduğu gibi tabiatüstü mûcizeler idi. Meselâ, istiyorlardı ki, kendisine bir
melek gönderilsin; birden peygamber zengin olsun veya büyük meyve bahçeleri
olsun, gökleri yere indirsin, ya da göğe çıkıp oradan onların okuyabileceği bir
kitap indirip getirsin vs.[3]
Kur'an bu isteklere şu cevabı verir: Eğer vahyin gönderildiği kimseler melekler
olsalardı, peygamber olarak melekler gönderilirdi. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s.)
kendisinin sadece Allah'ın elçisi olduğunu ileri sürdü. Allah isteseydi, bütün
bu işleri bir peygamberin ellerinden yaptırır, elçisinin eliyle mûcizeler
yaratırdı. Fakat bir peygamberin kendi başına bunları yapmaya gücü yetmez, o
vahiy almanın dışında sadece bir beşerdir.[4]
Ama Kur'an'ın verdiği diğer cevaplar da var: Önceki kavimlere aynen istedikleri
gibi mûcizeler peygamberler vâsıtasıyla gönderilmişti. Fakat, onlar yine de
peygamberlerini inkâr ettiler. Şayet Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekkelilere ve
yahûdilere binlerce mûcize gösterseydi, yine de hiçbir faydası olmayacaktı. Eğer
Peygamberimiz göklerden insanların görüp dokunacakları bir kitabı somut olarak
indirseydi, onu yine de kabul etmeyeceklerdi.[5]

Hz. Peygamber'in önceki
peygamberler gibi tabiat üstü türünden mûcizeler göstermemesinin bir sebebi de,
artık bu çeşit mûcizelerin güncel olmaması ve devirlerinin kapandığı gerçeğiydi.[6]
Son Rasûl devrinde, önce "kelâm" bir âyet olmuştur; hem de en büyük âyet. Bize
âyetleri tanıtan ve bizi onları tetkike çağıran Kur'ân-ı Kerim'in bizzat kendisi
en büyük âyetlerden biridir. Bu yüzden, onun küçük bölümlerine Cenâb-ı Hak,
"âyet" adını vermiştir:
"Andolsun ki Biz sana apaçık
âyetler indirdik Onları fâsıklardan/sapıklardan başkası inkâr etmez."
(Bakara: 2/99).
"İşte bunlar, hikmet dolu
Kitabın âyetleridir." (Yûnus: 10/2).
Bu âyetler, Kur'an'da âyet diye
bilinen iki durak arası lafızlar da olabilir; bu lafızların işaret edip dikkat
çektikleri mânâlar da; daha doğrusu her ikisi de âyettir. Kur'ân-ı Kerim,
üslûbuyla da âyettir. Bu üslûp, en inatçı ve en kudretli Arap şâirlerine
kalemini kırdırmış, tanıttığı Allah'ın kudreti önünde eğilmeyen bu katmerli
putperestleri kendi huzurunda secdeye vardırmıştır. Tebliğcisi Peygamber'le
mücâdelede son derece ısrarlı davrananlar, Kur'an'ın yüceliğine hemen teslim
olmuşlardır. Çünkü insan kelâmının, onun ufkuna yaklaşamayacağı, ilk bakışta
anlaşılıyordu:
"De ki: ‘Andolsun, insanlar
ve cinler şu Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için bir araya toplansalar,
birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler." (İsrâ:
17/88)
Kur'an'ın üslûp ve muhtevâsı
gibi, onun tertibi de âyettir. Bu tertip de Allah'ın işaretiyle gerçekleşmiş,
âyetler ve sûrelerin dizilişiyle de mûcize mânâlar ortaya çıkarılmıştır. Bu
tertip, bir sentezdir. Oranları, bizzat Allah tarafından tesbit edilmiş ve
birçok hikmetle sonuçlanmış bir sentez. Aynı söz, filân sûrenin falanca yerinde
bir mânâ, şu sûrenin burasında ayrı bir kâinat sergiler. Aynı kelimenin,
muhtelif yerlerdeki durumu, Kur'an kadar hiçbir kelâmda farklı perspektifler
ortaya koymaz.

[7]




 



[1]
Aynı konuyla ilgili bk. Tâhâ: 20/9-97.



[2]
Mâide: 5/112-116.



[3]
En'âm: 6/8, 50; Hûd: 11/31; İsrâ: 17/90-95; Furkan: 25/7.



[4]
En'âm: 6/9, 36, 110; A'râf: 7/188; Hûd: 11/12; İsrâ: 17/95.



[5]
Âl-i İmrân: 3/183, 184; En'âm: 6/7.



[6]
Bk. En'âm: 6/33-35.



[7]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.