Fecir | Konular | Kitaplar

İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm.. İstikamet

İstikamet ve Sırât




İstikamet ve
Sırât-ı Müstakîm
 



İstikamet:

 
Hangi yaşta ve hangi seviyede
olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu
sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır.
Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç
ortakları ile olan münâsebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer
verirler.
Evet ama, doğruluk nedir?
Herkes doğruluktan yana ise, niçin "doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar"
demişiz? Demişiz, çünkü, müslüman millet olarak bir zamanlar, doğru söylemekle
doğruyu yapmak arasındaki farkın idrâkinde imişiz. Bu sebepten de; "sadece ben
doğru söylerim!" iddiasıyla "selâmün aleyküm kör kadı!" diyen kimse gibi, sözü
doğru olsa da davranışı kaba ve çirkin olan münâsebetsiz doğruculardan
hoşlanmamışız.
İslâm kültüründe insanî ve
ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. "İstikamet"i;
Arapçadaki kökü  "kavm"  veya  "kıyâm"  ve aynı kökten türemiş olan  "kaaim" 
ile birlikte mütâlaa etmeliyiz. "Kavm", "kıyâm": Ayak üzere kalkıp durmak, bir
işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. "Kaaim":
Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle
irtibatı olan "istikamet" ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve
kıymet takdir ve tayin eylemek manalarına gelir.
İstikamet kelimesini türemiş
olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği manaları mantıkî bir sıra içinde
şöyle özetleyebiliriz:
1- Dilimizde kısaca 
"doğruluk"  diye bilinen  "istikamet"  kelimesinin lügat manalarından biri;
herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve
tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir
kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek
ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla
desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş,
değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası
olmaktan başka ne işe yarar!?
2- "İstikamet" kelimesinin
kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak manaları da vardır. Bu iki
anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce
onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında
yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen
değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.
3- "İstikamet"e esas olan
manalardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla
doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin
gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde
hedefine nasıl ulaşır?
4- "İstikamet"in en güçlü
manası; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin
kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık
olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve
sözde kalır, davranış haline gelemez.
5- Sözlüklerde "istikamet"
tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra  "mûtedil olmak"  manasının zikredilmiş
olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle
erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve
taassuptan yakasını kurtarıp  "her şeyin hayırlısı, ortasıdır" fehvâsınca
orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine
yükselemez, diyebiliriz.
6- Türkçede  "istikamet";
doğrultu, yön manasına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; 
"istikamet karşı tepeler!"  veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin
edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa
zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten
Cenâb-ı Hak: "...Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Onun için, hepiniz O'na
istikamet edin/yönelin..." (41/Fussılet, 6) buyurur ve iman eden her insana
tek istikamet tâyin eder.
İslâm'da istikametten gaye
tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve
seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere
aynı kıbleye, aynı istikamete  yönelmelerinin farz oluşunu nasıl izah
edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst
derecesi, belki de gayesi; gönül kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan
Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her
kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, "O halde (Rasûlüm) sen
beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru
ol!..." (11/Hûd, 112) ilâhî hitabına muhâtab olan Rasûlullah Efendimiz, bu
âyeti kast ederek: "Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı" buyurmuşlar. Zira,
emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah'a kayıtsız şartsız bir
teslimiyetin ifadesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak'tan başkasına
meyledilemez ve O'nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her
haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah'a: "Beni Hûd sûresi
ihtiyarlattı" dedirtecek kadar zor gelen, ilâhî emrin kendisini ilgilendiren
tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine ait kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha
iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.