Fecir | Konular | Kitaplar

Tevhid ve Tâğutlarla Mücadele

Tevhid ve Tâğutlarla Mücadele




Tevhid ve
Tâğutlarla Mücadele:

 
"De ki: ‘Ey kitap ehli!
Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet
edelim; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah'tan başka
rabler edinmesin..' Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhid olun, biz müslümanlarız'
deyin." (3/Âl-i İmrân, 64)
"İman edenler Allah yolunda
savaşırlar; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın
dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır." (4/Nisâ, 76)
Sosyal bir hayat nizamı olarak
tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek 
üzere kurulan cahilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler
sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik
çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akidesi, yalnızca tabiat
ötesi/metafizik konulara izah getiren ve ahlâk ile ilgili konularda sözkonusu
edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tâğutî sistemlere
karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılapçı bir
başkaldırıdır.
Tevhid akîdesi, pratik, eyleme
dönük bir hareket ve câhiliyyeye, şirk temeline dayanan sistemlere bir
başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve
hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün
peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?
İslâm güneşinin doğduğu
sıralarda Mekke'de hayatlarını sürdüren "Hanifler"in konumu, bu konuda ışık
tutması bakımından oldukça önemlidir. Peygamberimiz'e peygamberlik görevi
verileceği dönemde Mekke'de  Hz. İbrahim'in şeriatı üzerine yaşayış
sürdürdüklerini iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara
tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrahim'in dinine girmişlerdi. Bunlar, Allah'ı birliyor
ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları yemiyorlardı. Panayırlarda
tevhidin hakikatı ile ilgili nutuklar söylüyorlar, putların bâtıllığına dair
deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı öğütlüyorlardı.
Ne var ki, Hanif dininden
olduğunu iddia eden bu kimselerin savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan,
salt fikir ve kuramsal inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden 
müşrik  Mekke  toplumunda  en  ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu. O
putperest toplumda ortaya koydukları fikirler, sadece nazarî inanç biçimiydi.
Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o cahilî toplumda müşrik
putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve
bu konumları kendilerini fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum
düzeninin geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler. Bu
yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan öteye gitmeyen
tevhid akîdesine bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz yaşayış tarzından, cahilî
ortamdan ve kokuşmuş zulüm tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten
uzaklaştırmıyordu.
İslâmî dâvetin en önemli ve
temel maddesi, tevhidin isbatı ve şirkin reddi olduğu için, câhilî Mekke
atmosferinde, yerleşik şirk düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akîdesi, özel
bir yaşam biçimini göstererek, inkılabçı bir kimlikle işe başladı. İslâm'ın
siyasî, iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden bir
nizamın adı olduğu net bir şekilde ilân edildi. Şirkin her çeşitdinin
çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gayet özlü bir şekilde insanlar tevhide
davet edildi. Tevhid fikri anlatılırken, sadece zihinsel olarak Allah'ın var
oluşu değil; O'nun tek oluşunun anlamı ve bu akîdeye olan ihtiyaç da anlatıldı.
İşte Rasûlullah (s.a.s.)'in kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler'in
savundukları tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir
yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel, ve hem de
pratiğe yansıyan bir akîde; diğer yanda sadece zihinde yer eden, sadece kalpte
yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata geçirilemeyen bir inanç...
Peygamberimiz, risâlet ile
görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve
pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke'nin egemen
güçleri, idâreyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş
başlattılar. Savunduğu bu saf akîde, Peygamberimiz'i kâfirlerle karşı karşıya
getirdi. Kâfirler, kendisine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akîdenin, kendi
câhilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde tâğutî rejimlerle
sürekli ve amansız bir mücadele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı
devamlı bir savaşım vereceğini kesinkes anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve
tâğutî düzenlere karşı başkaldırı ilânı olduğu anlayışı, onların neden, daha
önce aynı akîdeyi savunan Hanifler'e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz.
Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine
girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.