Fecir | Konular | Kitaplar

Âyetü'l-Kürsî; Tefsirlerden İktibaslar

Âyetü

Âyetü'l-Kürsî;
Tefsirlerden İktibaslar

Allah o biricik hak mabuddur
ki, gerçekte ondan başka hak mabûd yoktur, çünkü yok olmaktan ve ölümlü olmaktan
uzak, hayy ve kayyûm (diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten) ancak
O'dur. Ezelden ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat ve ebedilik O'nun zatı ile
zatından dolayı kaim, vâcibülvücuttur, (varlığı zatının gereğidir) ve her an tüm
varlık âlemini idare eden ve herşeyi ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne
hayattan eser olurdu, ne de varlık âleminden. İlâhî hayat, ilim ve iradenin
başlangıcı olan ezeli bir sıfattır.
Kayyûm: "Kıyâam"dan "Fe'ûl"
vezninde (kalıbında) bir mübâlağa kipidir ki, kendi kaim, diğerleri mukim
(ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve bunda eşyanın ayakta
durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima (işaret) vardır. İbni
Sina bunun vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş ise de, buna vâcibü'l-vücud
kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir kavramı olan, külli mucid (herşeyi
yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi idare eden, yöneten) gibi diğer kemal
kavramlarının hepsi de anlam itibariyle dahildir. Âyetin devamı bunun
açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i A 'zam" olduğu da söylenmiştir. O öyle bir
hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne gaflet basar, ne uyku; daima âlim, daima habir
(her şeyden haberli)dir. Göklerde ve yerde, yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun;
görünür, görünmez, bütün varlık O'nun mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O,
herşeyin maliki olan O; Allah'ın mülkü olan bu yaratıklardan kimin haddi ki
Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin, bu halde hangi
budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Çünkü
Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini ve arkalarındakini, geçmişlerini,
geleceklerini bildiklerini ve bilmediklerini bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir
şey yoktur. Bunlar ise O'nun bildiklerinden hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği
kadarını kavrayabilirler. Bu bakımdan bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes
başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça
tasarrufa kimin yetkisi olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış
sevgililerinden olabilir. Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden
düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması
demektir ki, bu bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir
beraberlik anlamını kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan
kimseye şefaat istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar
getirmeyeceğinden emin olan kimseler yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu
yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na
bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını
hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak,
gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah
bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok
endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve
peygamberler olsun, kimdir o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü
ardını hesaplamayıp Allah'ın kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma
yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak
dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş
bulunursa o başka... Demek ki yüce Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz
değildir. Fakat şefaat da herkesten önce O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve
emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin
verilenler kendi dilediklerine değil, yine Allah'ın dilediklerine şefaat
imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının
kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi
müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların şefaatçı olabilmelerine,
asla ihtimal yoktur. Sonra kendisine izin verilebilecek her şefaatçinin şefaat
sınırı da Allah katındaki derecesi ve o oranda elde edebileceği izin ve gücün
kapsamı ile uyumlu olabilecektir. Bu bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman
en genel biçimde şefaat sahibi, yukarda peygamberlerin makâmları hakkındaki
ilâhî açıklamadan anlaşıldığı üzere, hepsinin üstünde "sâhib-i derecât"
(dereceler sahibi) olan Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu
konudaki naslara göre, Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de
bahşetmiş ve en yüksek peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat
makâmı olmuştur ki, Makam-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir
ilim ve saltanat sahibidir ki, hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri
ve yeri geniş geniş tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve
cisimler içinden, dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı
(ayakta durması) onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce
Allah'ın kürsüsünün hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar
onun yerleri, gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar.
"Onlar Allah'ı, gereği ve
lâyıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun
tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O müşriklerin ortak
koşmalarından yüce ve münezzehtir." (Zümer: 39/67)
Gökler ve yeryüzü denince
hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan kuşatılmış olan insanlar madde ve
kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın, tasavvurun, hükmün ve bütün
itibarî belirlemelerin içinden son sınırına dayanır. Bunların ötesi deyince
kayıtsız şartsız, kalbî bir merakla sonsuz bir ortama, sınırsız mutlak bir emel
sahasına geçmek için çırpınırlar. İnsanlar kendilerince, yerkürenin küçük bir
parçası üzerinde bile bir devlet ve hükümet ele geçirip idare ve muhafaza
etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan beri gelen nice nice
devletlerin, milletlerin bu yüzden memleketlerini koruyamayarak yıkılıp
gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri bu göklerin ve
yerin bir kabza-i tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet kürsüsünden bir saltanat
ile idare olunur bir memleket olduğunu düşündükleri zaman, "koruması ne kadar
zor ve ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat o ilâhî kürsü, bütün gökleri
ve yeri tutmuş olmakla birlikte, bu gökleri ve yeri o vahdet (birlik)
kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da
gelmez. O'nun için bu hiçbir şey değildir. O şanı yüce Allah pek yüksek, pek
büyüktür. Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Bu bakımdan bundan başka
gerçek bir ilâh nasıl mümkün olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp da
şefaatleri nasıl umulur? Ve böyle yapan kâfirler ne kadar bedbahttır!
Bu âyete " Âyetü'l-Kürsî"
denilir ve bundan dolayı bu sureye "Sûretü'l-Kürsî" de denilir. Görüldüğü üzere
bu âyet, ilâhî saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve
Allah Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve
çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve genişliğini
muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddî ve manevî
kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilâhiyat
meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile kapsamış
bulunduğundan bütün Kur'ân âyetleri arasında konusu ile uygun olmak üzere en
yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur:
"Kur'ân'da en büyük âyet,
âyetü'l-kürsidir. Bunu her kim okursa, Allah o saat bir melek gönderir, ertesi
güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. Bu âyet bir evde okunsun da
şeytanlar onu otuz gün bırakmasın, olmaz ve kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne
sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu evladına ve ailene ve komşularına öğret,
bundan büyük bir âyet nazil olmadı"; "Her kim farz namazların her birinin
arkasında âyetü'l-kürsîyi okursa onu ölümden başka cennete girmekten
engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani ölünce doğru cennete gider ve ona ancak
sıddık veya abid olanlar devam eder. Ve bunu her kim yatağına yatarken okursa
Allah onu kendisine ve komşusuna ve komşusunun komşusuna ve etrafındaki evlere
emin kılar"; "Günlerin efendisi cuma günü, sözlerin efendisi Kur'ân,
Kur'ân'ın efendisi, Bakara Sûresi, Bakara Sûresinin efendisi de âyetü'l-kürsîdir."

Kürsî: Sözlükte, üzerine
tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht ve şerefli ilmin ayni
şekilde olan özel ve seçkin makamı demektir. İlmin kendisine ve âlime de denir.
Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu isim söylenmiştir. Dilimizde
en çok ilim makâmında kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin aslına ve toplandığı
yere de kürsi denir. Nitekim memleket kürsisi, "başkent" anlamına gelir. Bunun
aslı olan "kürs" kelimesinde bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi
giriftleşip sağlamlaşmak mânâsı vardır. Kısaca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir
kişinin oturabildiği en yüksek bir çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri
gökleri kaplamış bir kürsi düşüncesinin, bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da
şüphesizdir. Aynı zamanda bu kelimenin bize bir hakimiyet (egemenlik) ve
saltanat, bir ilim, bir şeref ve büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade
ettiğinde de şüphe yoktur. Biz bir memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz
zaman, önce bir memleket, ikinci olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o
başkent içinde bir arş, bir saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht,
beşinci olarak o taht üzerinde hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı
olarak bu hükümdardan bütün memleketi kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki,
bunda hükümdar, zarf zarf içinde memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda
nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır. Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir
şeyin hem kuşatan ve hem de kuşatılan olabilmesindeki sırdır ki, ilmin
kendisinde de vardır. Ve bu nokta insanlara, Allah'ın birliğini en güzel şekilde
telkin edecek olan bir işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize bu mânâyı telkin etmekle
beraber gösteriyor ki, Allah'ın mülkü göklerle yerdir. Fakat Allah'ın kürsisi,
bunlarla kuşatılmış değil, onları kuşatmaktadır. Bizim kürsi düşüncemizin
aksinedir. Allah'ı düşünürken hep kuşatılmış olanlardan, kuşatıcıya doğru
geçmelidir. Taht veya başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış; Arş, tahtı
kuşatmış; Rahmân olan Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah hiç
kuşatılmış değil, hep kuşatıcı ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran
budur. Şu halde Allah'ın kürsisi, bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana
geçerek, nihayet gökler ve yer tasavvurunun ötesinden, kapalı ve tahayyülü
imkânsız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek mahiyetini tayin
edebilmemize imkan yoktur. Bununla beraber tefsirciler, bunun tarifinde birkaç
şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:
1- Kürsî, gökleri ve
yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın kendisi" diyenler de olmuştur.
Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın altında ve göklerin üzerinde bir cisimdir."
diye gelmiştir. Kürsi, iki ayak yeridir. Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere,
gökler ve yer Kürsi'nin içinde, Kürsi, Arşın altında ve iki ayağının yeridir.
Burada iki ayak yerinin, Arş'ın ayağının yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük
Ruh'un veya hamele-i Arş'tan (Arşı taşıyan meleklerden) büyük bir meleğin iki
ayağının yeri diye gösterenler de vardır. İşte bu iki ayak yeri tarifi,
Kürsi'nin başkent, yani hükümet karargâhı mânâsıyla ilgili olduğunu açıkça
gösteriyor. Gökler ve yer, bilinen bütün cisim âlemlerinin ifadesi olduğuna
göre, bunları kaplamış olan Kürsi'nin içinin bir cisim olması, göklerde ve yerde
bilinen cisimlerin, cisimliklerinden başka bir cisimlik demek olduğunu da
unutmamak gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer tutan bir cisim değil, yerin kendisi
olan bir cisim (bir boşluk) demek oluyor ki, bunun cisimliğinin, madde ile
değil, mutlak uzunluk, diğer bir deyimle genel olarak yer ve mekân denilen soyut
bir uzaklık ve bütün bir boşlukla tasavvur edilmesi mümkündür. Çünkü mutlak
mekân denilen soyut uzaklık, feza, madde uzantısının mahiyetini ifade eden soyut
bir uzantıdır. Boyut ve uzantı ise cisimliğin en genel mânâsıdır. Fakat maddî
cisimler burada yer tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş değildir ve
diğer cisimlerle iç içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde âleminde görülen
maddî güçler ve varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün yüksek
cisimler burada yerleşmiş ve aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri
arasında ışık ve sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya
kadar bütün toplu dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada
meydana gelmektedir. Ancak zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir
zamanlar fen bilgilerine sabit bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin
sınırının, fen sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân
âyetlerini zamanının fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar,
o zaman kâinatın şekli hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen
bilimi yerinde bulunması ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları
dolayısıyla gökleri ve yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin
cisimliği hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla)
açıklamaya çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sâbit gök
cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük
gök)dür." diye te'vil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir kalkan
içine atılmış yedi para gibidir.", "Arş'ta Kürsi, büyük bir sahraya
atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde rivayet edilmiş
olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir. Bugün görüyoruz ki,
fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu halde, Kur'ân âyetleri ve
Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü gökler ve yer gibi bütün
kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları, mutlaka kendi
bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin gereklerine de
dinin gereklerine de uygun değildir.
Bu iki hadisi şerif, bize
Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların bulunduğu gök olduğunu değil,
nihayet göklere ve yere göre büyük bir yer, Arş'a göre de pek küçük bir daire
olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden asrımızdaki fen bilimlerine göre
buna bir mânâ vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir yer mânâsıyla tasavvur
etmek, elbette daha uygundur ve bu bizim kendi düşüncemiz değildir. İmam
Fahreddin Razi, bu âyette değil, fakat Fatiha tefsirinde Kürsi'yi mekân, Arş'ı
da zaman teorileriyle ele almıştır. Çünkü mutlak mekân, gökleri ve yeri içine
almış, kaplamıştır. Halbuki bütün mekân uzunlukları, şu andaki bir anlık zamanın
içine sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız cereyanı içinde bu hâl dairesi
(şimdiki zaman çerçevesi) tıpkı büyük bir sahrada küçük bir halka gibi
kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan Kürsi ve Arş'ın manevi değerleri
hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu görüşleri düşünürken bile farkına varır
ki, gökleri ve yeri mekândan başka kuşatan, kuvvet ve kudret, akıl ve ilim ve
bunların üzerinde ruh vardır. Ve hatta zaman, mekânı kuşatmış görünürken bunun
da ruhta meydana gelen bir durum olduğu ve buna göre ilim ve ruh âleminin,
zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu takdir eder. Nitekim Kürsi, en büyük
Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki ayağının yeri denilmişti. Şu halde
bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de, Kürsi'nin Kürsi olması, sırf
cisimlikten ve bir uzantıya sahip olmasından değil, bu manevi kuvvetlerin de bir
tesellisine sahne olmasındandır. Ve Allah'a nispet edilmesi de bundan olmalıdır.
Buna göre:
2- Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü
ilâhlık, ancak kudret ve var etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve
Kürsi dendiği zaman, doğrudan doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.
3- Allah'ın kürsisi,
Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht mânâsından daha çok
bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecâzî olarak kürsi denilir.
Bu rivayet, İbnü Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü Cerir et-Taberî gibi
birçok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir.
4- Bu sözden maksat,
sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır. Cenab-ı Allah, halka zat
ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar ve büyükler hakkında
alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim Kâbe'yi kendine ev
yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar, hükümdarlarının
saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-esved'in yeryüzünde "yeminüllah" (Allah'ın
eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır. Nitekim insanlar, hükümdarlarının
ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu türden olarak kıyamet günü kullarının
hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin, peygamberlerin, şehitlerin huzurda
bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını söylemiştir. İşte bunlar gibi kendisine
de Arş isbat etmiş, "Rahmân olan Allah, Arş'ın üzerine hükmetti." (Tâhâ:
20/5) buyurmuş ve bunu anlatarak, "Meleklerin, Arş'ın etrafını kuşatarak
Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün." (Zümer: 39/75), "O gün
Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde sekiz melek taşır." (Haakka: 69/17),
"Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar..." (Mü'min: 40/7) buyurmuş,
sonra kendine Kürsi de isnad etmiş, "O'nun kürsisi gökleri ve yeri
kuşatmıştır" (Bakara: 2/255) buyurmuştur. Bundan anlaşılır ki, Arş ve Kürsi
gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler) Kâbe, tavaf ve Hacerül-esved hakkında
daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar da mesela Kâbe'nin "beytullah"
(Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın, geceyi orada geçirmesi gibi bir benzetme ve
cisim mânâsı kastedilmiş olmadığı hususunda nasıl görüş birliği varsa; Arş ve
Kürsi hakkında da maksatın, Allah'ın yücelik ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret
olduğunda tereddüt edilmemesi gerekir. "Kaffâl" ve "Keşşaf" tefsircileri gibi
araştırmacılar da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve
nasıl bir şeydir, diye düşünmeye lüzum yoktur. Bu açıklama Cenâb-ı Allah'ı cisim
olma şüphelerinden tenzih için pek güzel olmakla beraber, Allah'ın Kürsi'sinin
gerçekle delâlet ettiği bir şeyin bulunmadığını kabul etmek de zahire (bu
konudaki açık ifadelere) aykırıdır. Evet bilinen gerçek mânâsıyla bir Kürsi, bir
taht kastedilmediği yukarıda geçtiği üzere muhakkaktır. Bununla birlikte bir
beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna iman etmek gerektiği gibi Allah'ın bir
Kürsisi bulunduğuna iman etmek de gereklidir. Bunun az çok cisimle ilgili bir
kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -hâşâ- bir cisimlik isnadını gerekli kılmaz.
Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini lâyıkiyle düşünebilmekte, bunun bir
"oturma nisbeti" olmayıp bir "Rablık nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Âyetten
anlaşıldığına göre Allah'ın Kürsisi, bir taraftan maddî cisimler toplamı olan
göklerin ve yerin hepsini kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan birşeydir. Biz bunun
"Kürsi" ismiyle varlığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak
bilemeyeceğimizi anlarız. Diğer taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine
kanaat getirirsek, Allah'ın Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi
kavramlarındaki mükemmellik içeriklerini bir araya toplama, kısaltma ve fani
olma anlamlarını, "Daima diridir, evrenin yöneticisidir.", "O'nun
misli gibi bir şey yoktur." ifadelerinin delâletleri gereğince dürüp
katlayarak onu mutlak bir ilim ve saltanatın tecelli edeceği (ortaya çıkacağı)
bir yer olmak üzere ele alıp düşünürüz. Ve bu bakımdan aslında yüce Allah'ın
büyüklüğünün soyut bir tasavvuru değil, kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir
ifadesini içine almış bulunduğunu tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak
kütleler, Kürsi'nin içinde kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve
saltanat sahibinin, cisim olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin
olarak anlarız. Ve daha açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere
bakarak diyebiliriz ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen bütün
maddelerin, kuvvetlerin kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve
kuvvetten soyutlanmış olan sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği
bir ayna bulunması bakımından mekân ve her şeyin yeri olması muhtemeldir.
Burada yerleşmiş olan Allah
değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal eden kütleler toplamıdır.
Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı, akıllar ve ruhlar âlemini
içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle kuşatılmış olan Arş vardır. Ve
burası mekân üstüdür. Artık burada cisimlik mânâsı yoktur. Ve "Rahmân olan
Allah Arş'a hükmetti." (Tâhâ: 20/5) ifadesinin delâlet ettiği üzere Allah
Teâlâ Arş'ın içinde değil, rahmânlık sıfatıyla üzerindedir ve bu üzerinde
bulunma, mekânla ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey Rabbimiz sen her şeyi
rahmetinle ve ilminle kuşattın." (Mü'min: 40/7) âyeti gereğince de Allah'ın
kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir. Kürsi, bu ilim ve rahmetin, bizim
âlemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la
ilgisi bir yer tutma şeklinde değildir.
Hükümranlık ve tasarruf, zapt
etme ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi tecellilerle bir rablık
ilişkisidir. Bu ilgi, bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla cisimler, zihin ile
dış âlem birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk'ın varlığının bir parıltısına
ayna olurlar da yerlerin, göklerin, mekânların, zamanların, Kürsi'nin, Arş'ın,
kuşatamadığı Allah'ın varlığını, müminin kalbi, eşyanın her zerresinde, mekânın
her noktasında, zamanın her anında marifete (Allah'ı tanımaya) yol bulur ve her
şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak demeden hiç bir şeyi bilemez ve
Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti (bilgisi) de, ""Seni gerçek bir
şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun için de sadece marifeti, iman olamaz.
İmanın kapsamı, marifetin kapsamından geniştir. Marifette bir kayıt vardır. İman
ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet, ilâhî bir ilgidir ve en büyük temaşa
ondadır. Bunun yeri olan müminin kalbi de yerlerden göklerden geniştir. Bunun
için mutlak mekânın, tecelli eden kuvvetleriyle beraber gökler ve yer cümlesinde
dahil olması daha çok muhtemel bulunduğundan en sağlam iman, Allah'ın Kürsüsüne,
Allah'ın açıkladığı şekilde iman edip, marifet taslamamaktır. İşte gökler ve yer
ne kadar açık ise, Allah ondan daha açıktır. Onları kuşatmış olan Kürsi ve onun
ötesi ne kadar gizli ise, Allah ondan daha gizlidir. Bununla beraber O, diridir,
varlığı kendi zatiyle kaim olup her şeyi yönetmektedir; hem evveldir, hem
sondur. O halde bundan başka mabud, bundan başka ilâh nasıl düşünülebilir? Seçme
yeteneği ve irade gibi ilâhî bir lütfu kötüye kullanıp, o geniş kalbi daraltıp
da Allah ve O'nun emirlerini inkâr edenler zalim olmaz da ne olur? Bunlardan çok
kendilerine zulmeden nasıl düşünülebilir? Bunlar hep mecburiyet ve zorlamak
isterler, dine davet edildikleri zaman, "Allah istiyorsa bizi zorla dindar
yapsın." derler.[1]

"Allah. O'ndan başka ilah
yoktur. Diridir, kaimdir."
Her ne kadar cahil insanlar
birçok tanrılar ve mâbudlar icat etmişlerse de, bütün yaratıkların, hiçbir
ortağı olmayan Ezelî ve Ebedî olan Allah'a ait olduğu gerçeği değişmez. O, bütün
evrenin hâkimi olan diri (Hayy) Allah'tır. O, bütün mülkün tek sahibidir.
Sıfatlarında, özelliklerinde, güçlerinde ve haklarında hiç kimse O'na ortak
değildir. Bu nedenle yerde veya gökte ne zaman Allah'tan başka bir ilâh icat
edilse yalan söylenmiş ve Hakk'a karşı savaş açılmış olur.
"O'nu uyuklama ve uyku
tutmaz." Bu, eksik ve muhtaç insanoğulları gibi bazı zayıflık ve
sınırlılıklara sahip bir Allah fikrini reddetmektedir. Örneğin Kitab-ı Mukaddes
şöyle der:
"Ve yedinci gün Allah yaptığı
işi bitirdi. Ve yaptığı işlerin hepsini bırakarak yedinci günde dinlendi."[2],
"Rab sanki uykudan uyanır gibi ve güçlü bir adamın şarap nedeniyle nara atması
gibi uyandı."[3]
Elbette Allah tüm bu zayıflıklardan uzaktır.
"Göklerde de, yerde de ne
varsa hepsi O'nundur." O, yerde, gökte ve ikisi arasında olan her şeyin
Sahibi ve Mâliki'dir. Ve hiç kimse hakimiyetinde, otoritesinde, mülkünde ve
yönetiminde O'na ortak değildir. İlâh olarak kabul edilen her şey ve herkes
mutlaka evrenin bir parçasıdır ve evrenin her parçası da Allah'ındır; o halde
hiçbir şey O'na rakip veya eş olamaz.
"İzni olmaksızın O'nun
katında şefaatte bulunacak kimdir?" Bu, peygamberlerin, meleklerin vs.
Allah'tan şefaat dileyeceklerini ve O'nu bağışlamaya zorlayacaklarını sanan
kimselerin yanlış fikirlerini reddederler. Bu tür kimseler, yaratıklarının
hiçbirinin, değil O'nu bağışlamaya zorlamak, O'nun önünde duramayacağı ve şefaat
edemeyeceği konusunda uyarılmaktadırlar. Evrenin Hakimi'nin izni olmaksızın
hiçbir peygamber, hiçbir melek ve hiçbir aziz (velî) O'nun önünde bir tek söz
bile söyleyemeyecektir.
"O, önlerindekini ve,
arkalarındakini bilir. Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç bir şeyi
kavrayıp-kuşatamazlar." Kur'an'a göre, Allah'a ortak veya eş koşmak veya
O'nun hak veya sıfatlarını herhangi bir şekilde kendininmiş gibi benimsemek,
bağışlanamayacak bir günahtır. Bu olaya şirk adı verilir. Bir önceki ayette
Kur'an, Allah'ın hakimiyetinin sınırsız ve gücünün mutlak olduğunu ilân ederek
şirki kökünden kesmektedir.
Bu âyette de aynı şey başka bir
yönden ele alınmaktadır: Gerekli olan bilgiye hiç kimse sahip olmadığı halde kim
evrenin yönetiminde ortaklık iddia edebilir? İnsanların ve meleklerin bilgisi o
kadar yetersizdir ki, hiçbirisi evrenin sistemini anlayamaz ve bu nedenle onun
yönetilmesine yapılan herhangi bir müdahale karışıklık ve kaosa neden olur.
Evrenin yönetimi bir yana, insanlar kendileri için neyin iyi olup, neyin kötü
olduğunu bile ayırdedemezler. Bu nedenle insanlar, her tür bilginin kaynağı olan
ve insanlar için hayırlı olanı bilen Allah'ın hidayetine inanmalıdırlar.
"O'nun kürsüsü, bütün
gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır." "O'nun kürsüsü..." Arapça "kürsî"
(sandalye) kelimesi burada iktidar ve otorite olarak çevrilmiştir; çünkü kürsî
burada iktidarın sembolü olarak kulanılmıştır. Dilimizdeki koltuk kelimesi bile
iktidar yerine kullanılmaktadır.
"Onların korunması O'na güç
gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür." Bu âyet, âyet'el-kürsî olarak
bilinir. Bu ayet Allah hakkında öyle yetkin bir bilgi verir ki, buna hiçbir
yerde rastlanamaz. İşte bu nedenle hadisler bunu, Kur'an'ın en üstün ayeti
olarak tanımlar.
Burada şöyle bir soru akla
gelmektedir: Allah ve sıfatları burada hangi bağlamda anılmıştır? Bu soruyu
cevaplayabilmek için 243. âyet ile başlayan bölümü baştan ele almamız gerekir.
İlk önce mü'minler Allah yolunda ellerinden gelen çabayı sarfetmeye ve bu yolda
canlarını ve mallarını feda etmeye teşvik edilmişlerdi. Aynı zamanda
İsrailoğulları'nın düştükleri zayıflıklara karşı da uyarılmışlardı. Daha sonra
başarının sadece sayıya, silahlara ve teçhizata dayanmadığı, bilâkis, iman,
sabır, disiplin ve kararlılığa bağlı olduğu vurgulanmıştı. Daha sonra Allah'ın,
savaşı, bir grubu diğer bir gurupla ortadan kaldırma aracı olarak
kullanmasındaki hikmete değinilmişti. Yani eğer sadece bir grup veya bölük
hakimiyeti elinde tutmaya devam ederse, karşıtları ve muhalifleri için hayat
çekilmez olurdu. Daha sonra Allah'ın insanlar arasındaki ihtilâfları gidermekten
aciz olmadığı, fakat bunları zorla yok etmenin O'nun dileği olmadığı
bildirilmişti. Bu amaçla, O, peygamberini Hakk'a davet etmek üzere gönderir;
fakat, insanları kabul edip etmeme konusunda serbest bırakır. Bu bölümün başında
olduğu gibi müslümanlara yine Allah yolunda harcamaları emredilmişti. En sonunda
bu ayete insanların inançlarındaki ve dinlerindeki farklılıklara rağmen Allah'ın
tüm evrenin hâkimi ve sahibi olduğu gerçeği ilân edilmektedir. Elbette,
insanları kendisine inanmaya zorlamak O'nun dileği değildir. Fakat O sadece,
peygamberleri aracılığıyla, kendisine inanan, O'nu razı etmek için canlarını ve
mallarını O'nun yolunda feda edenlerin kazançlı çıkacaklarını ve kendisine
inanmayanların zarara uğrayacaklarını bildirir.[4]

"Allah, O'ndan başka ilâh
olmayan, diri, yarattıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve uyku
tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur. İzni olmadıkça O'nun
katında kim şefaatçi olabilir? Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve olup
biten herşeyi bilir. Onlar onun bilgisinin sadece dilediği kadarını
kavrayabilirler. O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır.
Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür."


[1]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Y. c. 2, s. 155-163.


[2]
Tekvin, 2:2.


[3] Psalms
78:65.


[4]
Mevdûdi, Tefhimu'l Kur'an, İnsan Y. c. 1, s. 198-200.