Fecir | Konular | Kitaplar

Tekfir'e Mani Olan Şeyler

Tekfir




Tekfir'e Mani Olan
Şeyler

 

O halde bir
kimsenin küfrüne hüküm vermeden önce şu iki husus üzerinde dikkatle durulması
gerekmektedir:

1-
Yüce Allah'a karşı yalan iftirada bulunmamak için o işin küfre götürücü olduğuna
kitab ve sünnetin delaleti var mı?

2-
O hükmün muayyen kişi hakkındaki tekfir şartlarının tam olup, tekfire engel
hususların da hiçbir şekilde bulunmayacak şekilde muayyen kişi hakkında uyup
uymadığına bakmak.

En önemli
şartlardan birisi de o kişinin kâfir olmasını gerektiren muhalefetini (aykırı
davranışını) bilen birisi olmasıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kim kendisine
doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü'minlerin
yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme
atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir."
(en-Nisa, 4/115)

Görüldüğü gibi
burada cehennem ateşiyle cezalandırılması için rasûle karşı ayrılıkçı tavır
takınmanın o kimse için hidayetin apaçık ve besbelli oluşundan sonra şartına
bağlanmıştır.

Ancak yaptığı
muhalif hareketin sonucu olarak küfür yahut bir başka şey mi gerektiğini bilmesi
şart mıdır yoksa bunun neyi gerektiğini bilmese dahi sadece aykırı hareket
ettiğini bilmesi yeterli midir?

Cevab ikincisidir,
yani onun muhalif (aykırı) hareket ettiğini bilmesi bu muhalefetin gerektirdiği
hükmü vermek için yeterlidir. Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi vesellem
ramazan günü oruçlu iken cimada bulunan kimseye keffaretin gerekliliğine
hükmetmiştir. Böyle bir kimse keffaret gerektiğini bilmemekle birlikte oruca
muhalif hareket ettiğini bilen bir kimsedir. Diğer taraftan zinanın haram
olduğunu bilen muhsan bir kimse zina ettiği takdirde zinasının gerektirdiği
cezayı bilmeyen bir kişi olsa dahi recm edilir. Halbuki bilmiş olsaydı belki de
zina etmeyebilirdi.

Kişinin kâfir
olduğuna hükmetmenin engellerinden birisi de küfrü gerektiren hususu işlemeğe
zorlanmasıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kalbi imanla dolu
olduğu halde zorlanan kimseler müstesna olmak üzere kim imandan sonra Allah'ı
tanımaz ve küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlar
için çok büyük bir azab da vardır."
(en-Nahl, 16/106)

Kişinin aşırı
sevinç, keder, kızgınlık, korku ya da buna benzer herhangi bir sebeb dolayısıyla
ne söylediğini bilmeyecek kadar düşünce ve maksadının tamamıyla ortadan kalkması
hali de tekfir hükmünü vermenin engellerindendir. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:

"Hata etmenizden
dolayı size bir günah yoktur ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır. Allah çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir."
(el-Ahzab, 33/5)

Müslim'in,
Sahih'inde (s. 2104'de) Enes b. Malik radıyallahu anh.'dan Peygamber
sallallahü aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:



"Allah'ın kulunun
tevbesi dolayısıyla kulu tevbe edip kendisine dönüşünden ötürü sevinci bir çölde
devesi üzerinde bulunan sonra da yiyeceği, içeceği üzerinde iken devesini
elinden kaçırıp, ondan ümit kestiğinden ötürü bir ağaca varıp, gölgesinde
bineğinden ümit kesmiş haliyle yatıp uzanmışken ansızın devesini yanıbaşında
gören ve yularından tutarak aşırı sevincinden hata ve yanlışlıkla: Allah'ım sen
benim kulumsun, ben de senin Rabbinim diyen ve (sevincinden ne dediğini
bilemeyecek hale gelen) kimsenin sevincinden daha çok sevinir."



Küfre götürdüğü
kabul edilen hususda kişinin hak üzere olduğunu zannedecek şekilde tevilde
bulunması şeklinde bir şüphe olması da küfrüne hükmetmenin engellerindendir.
Çünkü böyle bir kişi kasti olarak günah işlememekte, muhalefette
bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kişi yüce Allah'ın:"Hata etmenizden
dolayı size bir günah yoktur ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır." (el-Ahzab,
33/5) buyruğundaki kastın kapsamına girmez. Çünkü böyle bir kimsenin bu kanaati
ortaya koyduğu gayretinin bir sonucudur. O bakımdan bu şahıs yüce Allah'ın:"Allah
hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286)
buyruğunun kapsamına girer.

el-Muğni (VIII,
131)'de (İbn Kudâme) şöyle demektedir: "Eğer günahsız kimselerin öldürülmesini,
şüphe ve tevil sözkonusu olmaksızın mallarının alınmasını helal kabul ederse,
yine aynı durumdadır. -Yani kâfir olur.- Şâyet hariciler gibi bir tevilleri
olursa, fukahanın çoğunluğunun -onlar müslümanların kanlarını ve mallarını helal
kabul etseler dahi- kâfir olduklarına hüküm vermediklerini daha önceden
zikretmiş bulunuyoruz. Onlar yaptıkları bu işleriyle yüce Allah'a yakınlık
kazandıklarını dahi kabul ederler... -Devamla der ki-: Haricilerin ashabdan ve
onlardan sonrakilerden pek çok kimseyi tekfir ettikleri, kanlarını, mallarını
helal bildikleri ve onları öldürmekle Allah'a yakınlaşacaklarına inandıkları
şeklindeki görüşleri bilinen bir husustur. Bununla birlikte fukaha -tevilleri
sebebiyle- onların kâfir olduklarına hüküm vermemiştir. Aynı şekilde bu türden
bir tevil ile bir haramı helal kabul eden herkes de böylece değerlendirilir."

Şeyhu'l-İslam İbn
Teymiyye, İbn Kasım tarafından derlenen fetvalarında (XIII, 30) şöyle
demektedir: "Haricilerin ortaya koydukları bid'atin tek sebebi Kur'ân-ı Kerim'i
yanlış anlamalarıdır. Onlar Kur'ân'a ters düşmek maksadını gütmemişlerdir, fakat
Kur'ân-ı Kerim'den delalet etmediği sonuçlar çıkartmışlar ve böylelikle onlar
Kur'ân'ın günahkarları tekfir etmeyi gerektirdiğini sanmışlardır."

Yine aynı cilt,
sahife 210'da da şunları söylemektedir: "Hariciler Kur'ân-ı Kerim'in kendisine
uyulmasını emrettiği sünnete muhalefet ettiler. Dost edinilmelerini emretmiş
olduğu müminleri tekfir ettiler... Kur'ân-ı Kerim'in müteşabih buyruklarına
uymaya ve onu anlamını bilmedikleri, ilimde derinlikleri olmadan, sünnete
uymadan, Kur'ân'ı iyice anlayan müslüman cemaate de başvurmadan bilgisizce
Kur'ân'ın bu müteşabihlerini tevil etmeye koyuldular."

Yine sözü geçen
fetvalarında (XXVIII, 518) şunları söylemektedir: "Haricilerin yerileceğine ve
sapık olduklarına ittifakla görüş belirten imamlar onların kâfir kabul edilip,
edilmeyecekleri hususunda meşhur iki farklı görüş ortaya atmışlardır." Fakat (VII,
217'de) de şunları belirtmektedir: Ashab-ı kiram arasında Ali b. Talib olsun,
başkası olsun onları tekfir eden bir kimse olmamıştır. Aksine onlar hakkında
haddi aşan, zalimlik yapan müslümanlar hakkında verdikleri hüküm neyse o hükmü
vermişlerdir. Nitekim bir başka yerde onlardan gelmiş olan -zikrettiğimiz-
rivayetlerde de bu husus belirtilmiştir.

XXVIII, 518'de de
şöyle demektedir: "Şüphesiz ki bu Ahmed ve daha başka diğer imamlarda açıkça
zikredilen ifadedir." III, 282'de de şunları söylemektedir: "Peygamber
sallallahü aleyhi vesellem'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği dinden
uzaklaşan hariciler ile müminlerin emiri raşid halifelerden birisi olan Ali b.
Ebi Talib savaşmıştır. Ashab-ı Kiramın, tabiînin ve onlardan sonraki din
alimlerinin hepsi onlarla savaşılacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bununla
birlikte Ali b. Ebi Talib, Sad b. Ebi Vakkas ve ashab-ı kiramdan diğerleri
onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Aksine müslümanlarla savaşmalarına
rağmen onları müslüman olarak değerlendirmişlerdir ve haram olan kanı döküp,
müslümanların mallarına haksızca baskınlar düzenleyinceye kadar onlarla
savaşmamışlardır. Onlarla savaşmalarına sebeb ise zulüm ve saldırganlıklarını
önlemek içindi, kâfir olduklarından dolayı değildi. Bundan dolayı onların
kadınları, çocukları esir alınmaz, malları ganimet alınmaz. Nas ve icma ile
sapıklıkları sabit olmuş, Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem onlarla
savaşmayı emretmiş olmakla birlikte bunlar kâfir olmadıklarına göre
kendilerinden daha bilgin kimselerin dahi yanlışlığa düştükleri birtakım
meselelerde hakkı kestiremeyen farklı kesimler (mezhebler ve görüş sahibleri)nin
durumu nasıl olacak? Elbetteki bu kesimlerden birisinin diğerini tekfir etmesi,
kanını, malını helal kabul etmesi helal değildir. İsterse bunlarda bid'at olduğu
muhakkak olarak bilinen bir taraf bulunsun. Hele o kesimi tekfir eden taifenin
kendisi de bid'atçi olursa, bazan bu tekfircilerin bid'ati daha ağır dahi
olabilir. Çoğunlukla görülen durum şu ki bunlar hakkında anlaşmazlığa düştükleri
hususun gerçek mahiyetini bilmeyen cahillerdir... Müslüman savaşmakta yahut
kâfir olarak kabul etmekte tevil kullanmakta ise bundan dolayı da tekfir
edilmez." Daha sonra aynı cildin 288. sahifesinde şunları söylemektedir:



"Allah ve
Rasûlünün hitabının hükmü tebliğden önce kulların hakkında sabit olup olmayacağı
hususunda ilim adamlarının -gerek İmam Ahmed'in mezhebinde, gerekse başkalarının
kanaatine göre- üç farklı görüşü vardır... Sahih olan ise Kur'ân-ı Kerim'in şu
buyruklarının delalet ettiği husustur:

"Biz bir rasûl
göndermedikçe de azab ediciler değiliz."
(el-İsra, 17/15)

"Müjdeleyici ve
korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra
Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın."
(en-Nisa, 4/165)

Buhari ve
Müslim'de Peygamber sallallahü aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğu
kaydedilmektedir:

"Allah'tan daha
çok (başkasını) mazur görmeyi seven hiçbir kimse yoktur. İşte bundan dolayı o
rasûlleri müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere göndermiştir."[1]

Hulasa cahil küfür
olan söz ya da yaptığı işlerden dolayı mazurdur. Nitekim fasıklık olduğunu
bildiği söz yahut fiillerinde de mazur olacağı gibi. Bunun böyle olması da
kitab, sünnet, kıyas ve ilim ehlinin görüşlerinden anlaşılmaktadır.

Kişi bazan o sözü
kendisini yüce Allah'a yakınlaştıracağı zannı ile de söyleyebilir. Nitekim
müşrikler de böyle zannediyorlardı. Özellikle bu hususta yüce Allah'ın bizlere
nakletmiş olduğu -salih kimseler olmalarına, bilgili kişiler olmalarına rağmen-
kavmi ona gelerek: "Onların nasıl ilahları varsa sen de bize böyle bir ilah
yap." (el-A'raf, 7/138) dediklerini biliyoruz. İşte o vakit senin (böyle bir
tehlikeden) korkun büyür ve bu ve benzeri hallerden seni kurtaracak şeyleri
bilmeye arzun artar.

Müellif iki
husustan sakındırdı. Bunlardan birisi insanın kendisi adına bu (sapık)
kimselerin tevhidin anlamı hakkındaki yanlış zanlarına kapılmak korkusudur.
Onların anlayışına göre tevhid yaratıcı, rızık verici ve idare edicinin sadece
Allah olduğunu kabul etmekten ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Bu husustan
sakındırdıktan sonra insana düşen görevin her zaman için (böyle bir tehlikeden)
korkmak olduğunu açıklamaktadır. Sonra da Musa aleyhisselam'a:"Onların
nasıl ilahları varsa, sen de bize öyle bir ilah yap." diyen Musa'nın
kavminin halini sözkonusu etmektedir. Musa onlara şöyle demişti: "Siz
gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz. Şüphesiz ki onların içinde
bulundukları (hal) yok olmaya mahkumdur ve yapmakta oldukları da batıldır."
(el-A'raf, 7/138-139)

Böylelikle onların
Musa aleyhisselam'dan gördükleri kavmin bir tanrıları olduğu gibi
kendilerine de bir tanrı yapmasını istemelerinin cahillikten ileri geldiğini
açıklamaktadır. Bu durum ise insanın kendisi adına sapıklıklarda ve cahilce
anlayışlarda kaybolmaktan korkması sonucunu getiriyor. Çünkü bir kimse "la ilâhe
illallah" lafzının ondan başka yaratıcı, rızık verici ve idare edici olmadığını
zannedecek olursa, işte müellifin söylediği ve sakındırdığı durum ortaya çıkar.
Tevhide dair söz söyleyen kelamcıların çoğunun içine düştüğü bu hal gerçekleşir.
Çünkü onlar "la ilâhe illallah"ın anlamı Allah'tan başka yaratıcı ve yaratmaya
kadir kimse yoktur demişlerdir ve bu büyük sözü müslümanlardan hiçbir kimsenin
anlamadığı batıl bir şekilde açıklamışlardır. Hatta müslüman olmayanlar dahi
Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem'ın peygamber olarak aralarında
gönderildiği müşrikler dahi bu kelimenin anlamının söz edilen kelamcıların
bildiklerinden daha fazla bildiklerini görüyoruz.

 

 




[1]
Buhari, Tevhid, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem'in: "Allah'tan
daha gayretli (kıskanç) bir şahıs yoktur" buyruğu; Müslim, Lian.