Fecir | Konular | Kitaplar

Tevhid Hususunda Önemli Bir Açıklama.

Tevhid Hususunda Önemli Bir Açıklama




Tevhid Hususunda
Önemli Bir Açıklama

 

-Yüce Allah'ın
izniyle- sözlerimizi pek büyük ve oldukça önemli şimdiye kadar ki açıklamalardan
da anlaşılan bir mesele ile bitirelim. Bu mesele oldukça önemli olduğundan ve
çokça hataya düşülmesine sebeb teşkil ettiğinden ayrıca onu sözkonusu etmemiz
gerekmektedir: Tevhidin hem kalb, hem dil, hem de amel ile olmasının kaçınılmaz
olduğu üzerinde görüş ayrılığı yoktur. Bunlardan herhangi birisi yerine
getirilmeyecek olursa, kişi müslüman olamaz. Şâyet tevhidi bilmekle birlikte
gereğince amel etmezse, o tıpkı Firavun, İblis ve benzerleri gibi inatçı bir
kâfirdir.

Müellif bu
şüphelerin sonunda oldukça büyük olan şu meseleyi sözkonusu etmektedir: İnsanın
hem kalbi, hem sözü, hem de ameliyle muvahhid olması kaçınılmaz bir husustur.
Şâyet kalbiyle tevhid edici olmakla birlikte sözü ya da ameliyle tevhid edici
olmazsa, şüphesiz ki o iddiasında doğru olmayan bir kimsedir. Çünkü kalbin
tevhidinin arkasından söz ve amel ile tevhid gelir. Zira Peygamber sallallahü
aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:

"Şunu bilin ki
şüphesiz ki vücutta bir çiğnem et vardır. O düzelirse, bütün vücud düzelir, o
bozulursa bütün vücud bozulur. İyi bilin ki o kalbtir."[1]



Bir kimse iddia
ettiği üzere kalbiyle tevhid edici olmakla birlikte Allah'ı söz ve
davranışlarıyla tevhid etmeyecek olursa, bu kişi hakkı kesin olarak bilmekle
beraber, batıl üzere ısrar ve inat edip, daha önceki rububiyyet iddiasını
sürdüren Firavun kabilinden bir kimse olur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

"Kalbleri onlara
inandığı halde, zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları (âyetlerimizi) inkar
ettiler."
(en-Neml, 27/14)

Yüce Allah Musa
aleyhisselam'ın Firavun'a şöyle dediğini bize zikretmektedir:

"Andolsun ki
bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin
indirmediğini bilmişsindir."
(el-İsra, 17/102)

Bu hususta ise
insanların çoğu yanlışlık yapmakta ve şöyle demektedirler: Bu doğrudur ve biz
bunu anlıyoruz, hak olduğuna da tanıklık ediyoruz. Şu kadar var ki böyle bir
şeyi biz yapamıyoruz. Bizim ülkemizin halkı arasında ancak uygun gördükleri
şeyler yapılabilir... ve buna benzer daha başka mazeretler ileri sürerler.

Müellifin: "Bu
hususta insanların bir çoğu yanlışlık yapmaktadırlar..." sözleri şu demektir:
İnsanların çoğu bu hususun hak olduğunu bilir ve: Biz bunun hakkın kendisi
olduğunu biliyoruz fakat bizler beldemizin insanlarına uymadığı için buna güç
yetiremiyoruz derler ve buna benzer mazeretler ileri sürerler. Böyle bir
mazeretin ise Allah nezdinde kendilerine bir faydası olmaz. Çünkü kişiye düşen
Allah'ın rızasını aramaktır. İsterse insanlar öfkelensinler. İnsanların
rızalarına Allah'ı gazablandırmak pahasına uymamak gerekir. Bu ise onların
atalarının ileri sürdükleri delillere benzer bir gerekçedir ki sözü edilen bu
ataların yüce Allah şöyle söylediklerini bize aktarmaktadır:

"Biz atalarımızı
bir din üzere bulduk ve gerçekten biz onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş
kimseleriz."
(ez-Zuhruf, 43/22)

Bir diğer âyette
de:

"... Muhakkak
bizler onların izlerine uyanlarız."
(ez-Zuhruf, 43/23) dedikleri zikredilmektedir.

Fakat bu zavallı
kişi küfür önderlerinin çoğunun hakkı bilmekle birlikte ancak birtakım
mazeretler ileri sürerek terkettiklerini bilmemektedir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:

"Onlar Allah'ın
âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar."
(et-Tevbe, 9/9)

Ve buna benzer;
"Onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (el-Bakara, 2/146) buyruğu
ile diğer âyetlerde olduğu gibi.

Müellifin: "Fakat
bu zavallı... bilmez" sözleri şu demektir: Bu fıkıh (ince anlamları kavrama) ve
basiret yoksunu kimse küfür önderlerinin çoğunlukla hakkı bilmekle birlikte
inatlaşarak hakka muhalefet ettiklerini de bilmemektedir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine
kitabı verdiğimiz kimseler onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar."
(el-Bakara, 146) ve; "Allah'ın âyetlerini az bir bedele sattılar." (et-Tevbe,
9/9) diye buyurmaktadır. Bunlar kendilerine hiçbir şekilde fayda sağlamayacak
şeyleri mazeret diye ileri sürüyorlardı. Kimilerinin başkanlıklarının elden
gideceğinden, meclislerin başlarında oturma imkanını ve benzeri imkanları
kaybedeceklerinden korkmaları gibi.

Küfrün
önderlerinin birçoğu hükmü bilirler. Fakat onlar o hükümden hoşlanmıyor ve ona
uymuyorlar. Gereğince amel etmeksizin hakkı bilmek, hakkı büsbütün bilmemekten
daha ağırdır. Çünkü hakkı bilmeyen bir kimse mazur görülebilir. Böyle bir kimse
hakkı bilip, kendisine gelebilir ve büyüklük taslayan inatçının aksine öğrenmeye
başlayabilir. Bundan dolayı yahudiler gazaba uğramış kimseler olmuşlardır. Çünkü
onlar hakkı bilmekle birlikte onu terketmişlerdi. Hristiyanlar da sapıtmış
kimselerdirler, çünkü onlar hakkı bilmiyorlardı. Fakat Rasûlullah sallallahü
aleyhi vesellem'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra hristiyanlar da
bilen kimselerden oldular ve kendilerine gazab edilmiş olmaları bakımından tıpkı
yahudiler gibi oldular.

Tevhidi anlamadığı
ya da kalbinden ona inanmadığı halde açıkça tevhid gereğince amel eden bir kimse
münafıktır. Böyle bir kimse yüce Allah'ın: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en
aşağı tabakasındadırlar." (en-Nisa, 4/145) buyruğu dolayısıyla sade kâfirden
daha kötüdür.

Müellif şunu
söylemektedir: Bir kimse zahiren yani dil ve azaları ile tevhid gereğince amel
etmekle birlikte kalbten tevhide iman etmiyor ve onu kavramıyor ise o kimse
münafıktır ve açıktan açığa kâfir olduğunu söyleyen kimseden daha kötüdür. Çünkü
yüce Allah: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar."
(en-Nisa, 4/145) diye buyurmaktadır. Bu hakkı bilmekle birlikte kalbten o haktan
hoşlanmayan ve o hak ile kalbi huzur bulmayıp, hak kalbinde yer etmemekle
birlikte Allah'ı, Rasûlünü ve mü'minleri aldatmak maksadı ile şeriata bağlı
olduğunu izhar eden inatçı kimse hakkında açıkça anlaşılan bir hükümdür. Bu
hakkı büsbütün anlayamayan ve bunu farkedemeyen, bununla birlikte insanların
amel ettiği gibi amel ederek onların işleri ve bu yaptıklarının maksadının ne
olduğunu açıkça bilemeyen kimseye gelince, buna tebliğ etmek ve gerçeği öğretmek
gerekir. Şâyet üzerinde bulunduğu kalbi inkar halinde ısrar edecek olursa, o
kimse münafıktır.

Bu mesele pek
büyük ve uzun bir meseledir. İnsanların söyledikleri sözlerde bu mesele üzerinde
iyice düşünüldüğü takdirde kimin hakkı bildiği ve bununla birlikte dünyalığı
eksileceği makam ve mevkisini kısmen ya da tamamen kaybedeceği korkusu yahut
herhangi bir kimseye karşı durumu idare etmek maksadı ile hak gereğince ameli
terkettiği açıkça görüleceği gibi batılen değil de, sadece zahiren hak gereğince
kimlerin amel ettiği de görülür. Böyle bir kimseye kalbindeki itikadına dair
soru sorulacak olursa, bunu bilmediği görülür. Fakat bu durumda kişiye düşen
yüce Allah'ın kitabındaki iki âyet-i kerimeyi iyice kavramaktır.

Müellif bu
meselenin pek büyük ve uzunca bir mesele olduğunu açıklamaktadır. Yani bu
meseleyi etraflı bir şekilde ele almak uzayıp gider. Çünkü insanların bir çoğu
kınanmak korkusu ile yahut bir makam ya da dünyalık ümidi ile hakkı kabul etmek
istemez. O bakımdan kimin münafık, kimin de samimi ve halis bir iman ile mü'min
olduğunun bilinebilmesi için insanların hallerinin izlenip, ele alınmasına ve
bütünü ile bilinmesine gerek vardır.

Bu iki âyetin
birincisi yüce Allah'ın: "Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten
kâfir oldunuz." (et-Tevbe, 9/66) buyruğudur. Rasûlullah sallallahü aleyhi
vesellem ile birlikte Bizanslılara karşı gazaya katılan bazı ashabın eğlence
ve oyun olsun diye söyledikleri bir söz sebebi ile kâfir oldukları açıkça
anlaşıldığına göre malı yahut mevkii eksilir korkusuyla ya da herhangi bir
kimseye karşı durumu idare etmek maksadı ile küfrü gerektiren bir söz söyleyen
yahut gereğince amel eden bir kimsenin de alay ve şaka olsun diye bir söz
söyleyen kimseden daha ileri bir durumda olduğu açıkça anlaşılır.

Müellif yüce
Allah'ın kitabındaki iki âyetin iyice düşünmesini teşvik etmektedir. Bunlardan
birisi:"Özür dilemeyin siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz."
(et-Tevbe, 9/66) âyetidir. Bu âyet-i kerime Rasûlullah sallallahü aleyhi
vesellem'ı ve onun Kur'ân'ı bilen ashabına dil uzatan münafıklar hakkında
inmiştir.

Müellif şöyle
demektedir: Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte Tebuk
gazvesine katılan bu münafıklar ciddi değil de şaka olsun diye söyledikleri bir
söz sebebiyle kâfir olduklarına göre konumunu yahut mevkiini kaybetmek korkusu
ya da benzeri bir sebeble kalbinden isteyerek ve ciddi olarak kâfir olan bir
kimse hakkındaki kanaat ne olabilir? Elbetteki onun bu yaptığı öbürünkinden çok
çok büyüktür. Çünkü ister korku, ister ümit maksadı ile olsun gerçekte hepsi
imanlarından sonra küfre sapmış kimselerdirler. Onlar bu işi ister alay olsun
diye yapmış olsunlar, isterse de ciddi ve küfür maksadıyla yapmış olsunlar
farketmez. Şüphesiz ki herbir insan eğer içinden küfrü gizlemekle birlikte,
müslüman olduğunu açığa vuruyor ise o hangi şekilde olursa olsun münafık bir
kimsedir.

İkinci âyet-i
kerime de yüce Allah'ın şu buyruğudur:

"Kalbi imanla dolu
olduğu halde zorlananlar müstesna olmak üzere kim imandan sonra Allah'ı tanımaz
ve küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok
büyük bir azab da vardır. Bunun sebebi onların dünya hayatını, ahiretten daha
çok sevmeleridir."
(en-Nahl, 16/106-107)

Yüce Allah bu gibi
kimseler arasından sadece kalbi iman ile dopdolu olmakla birlikte zorlanan
kimseyi istisna etmiş bulunmaktadır. Bunun dışında kalanlar ise bu işi ister
korkarak, ister durumu idare etmek maksadıyla, ister vatanından, ailesinden,
aşiretinden ya da malından uzak kalmak istemediği, onları elden çıkarmak
istemediği için yapmış olsun, isterse de şaka yollu yahutta bunun dışında
-zorlanan bir kimse olması hali müstesna- her ne maksatla yapmış olursa olsun
imanından sonra kâfir olur.

Müellifin üzerinde
iyice düşünülmesini teşvik ettiği ikinci âyet bu âyettir. Bu âyet şuna delildir:
Zorlanan kimse dışında imanından sonra kâfir olan hiçbir kimsenin mazereti
makbul değildir. İster şaka, ister bir görevi kaybetmemek, ister vatanı savunmak
ya da buna benzer başka herhangi bir maksat ile olursa olsun kendi tercihi ve
iradesi ile küfrü gerektiren bir iş yapan bir kişi kâfir olur. Çünkü yüce Allah
kalbi iman ile dopdolu olmak şartıyla zorlanan kimse dışında hiçbir kimsenin
kâfir olmasının mazeretini kabul etmemiştir.

Ayet bu hususa şu
iki bakımdan delil teşkil etmektedir:

1-
Yüce Allah'ın: "Zorlananlar müstesna olmak üzere" diye buyurmuş
olmasıdır. Yüce Allah sadece zorlanan kimseyi istisna etmiştir. Bilindiği gibi
insan ancak bir söz söylemeye yahutta bir iş işlemeye zorlanabilir. Kalbte bir
inanca sahib olmak için ise hiç kimse zorlanamaz.

Yani yüce Allah bu
âyet-i kerimede kâfirlerden zorlananlar dışında kalanları istisna etmemiştir.
Zorlamak (ikrah) ise ancak söz ya da fiil hakkında olabilir. Kalbin inancına
gelince, Allah'tan başka kimse onu bilemez ve bu hususta ikrah (zorlama)
düşünülemez. Çünkü herhangi bir kimsenin bir şahsı zorlayarak: Senin şöyle şöyle
inanman kaçınılmazdır demesine imkan yoktur. Zira bu kişinin bilmesine imkan
olmayan gizli bir haldir. İkrah ancak söz ya da davranış ile açığa çıkan şeyler
hakkında sözkonusu olabilir.

İkinci şekle
gelince, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunun sebebi onların dünya
hayatını, ahiretten daha çok sevmeleridir." Yüce Allah burada böyle bir
küfür ve azabın inanç, cahillik, dinin sevilmemesi yahut küfrün sevilmesi gibi
bir sebeble sözkonusu olmadığını, aksine sebebinin bu tutumda dünyevi bir halin
sebeb teşkil ettiğini ve kişinin dünyevi bu payı dinine tercih ettiğini açıkça
ifade etmektedir.

Ayetin ikinci
delalet yönü şudur: Bunlar dünya hayatını ahiretten daha çok sevmiş kimselerdir.
Dolayısıyla onların küfre sapmalarının sebebi dünyayı, ahiretten daha çok
sevmeleridir. Dünya ile kastedilen onunla ilgili hertürlü makam, mal, başkanlık
ya da buna benzer dünyada bulunan ve ahirete tercih edilen herşeydir. Böyle bir
kimsenin kâfir olması dünyayı tercih etmesinden ötürüdür. O bakımdan bu kişi
küfrü sevmese dahi kâfir olur. Çünkü bu kimse dünya hayatını seven bir kimsedir
ve bundan dolayı küfre yönelmektedir. Çünkü bazı insanlar küfrü sevdiği ve
beğendiği için kâfir olduğu gibi, bazı insanlar mal, mevki ya da başkanlık
dolayısıyla kâfir olmaktadır. Kimi insanlar da bu yolla yönetimlerden bir şeyler
elde etmek maksadıyla küfre sapmaktadır ve buna benzer sebeblerle küfre sapar.
Kısacası küfre sapmanın maksatları pek çoktur.

Yüce Allah'tan
bizleri sırat-ı müstakime iletmesini, bizi hidayete ilettikten sonra
kalblerimizi saptırmamasını niyaz ederiz.

En iyi bilen şanı
yüce Allah'tır. Peygamberimiz Muhammed'e, onun aile halkına, ashabına da salat
ve selamlar olsun.

Şeyhu'l-İslam
Muhammed b. Abdülvahhab -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu kitabını ilmi aziz
ve celil olan Allah'a havale ederek, peygamberi Muhammed sallallahü aleyhi
vesellem'a da salat ve selam ile bitirmektedir. Böylelikle "Keşfu'ş-Şubuhât
(Şüphelerin Giderilmesi)" adlı eser de sona ermektedir.

Yüce Allah'tan bu
ilme en güzel şekli ile mükafatlandırmasını, onun ecir ve mükafatından bizi de
payidar kılmasını, lütuf ve ihsan yurdunda onunla birlikte bizi bir araya
getirmesini niyaz ederiz. Şüphesiz ki O ihsanı bol ve pek cömert olandır.
Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun, Peygamberimiz Muhammed'e Allah'ın salat ve
selamları olsun.



 

 




[1]
Buhari, 52; Müslim, 1599 nolu hadisler.