Fecir | Konular | Kitaplar

Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir?.

Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir



Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir?

 
Tasavvuftaki
anlayışa göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve
gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından
verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş gibi.
Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahısların, çilehâne,
manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda seyr u sülûk,
mücâhede, çile, riyâzet ve yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik
egzersizler yaparak günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna
inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına,
kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)
Evliyâ denilen
bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve
yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle
gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği
yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en
kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön
saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanç çerçevesinde
şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin,
böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri
zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda
"menâkıbnâme" adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim
oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, "İhlâs"lı müridlerce
menkabeler senaryolaşmıştır.)
Her zâtın
velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd,
üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur
edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş
olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve
dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle
oluşmuştur.
Hayatta olduğu
sürece "Efendi Hazretleri", "Efendi Baba", "Efendi" unvânı verilen bu zatların
her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur,
attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden,
gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir
kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu", yağmur mu yağdı,
"Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti", çevrelerinde sevilmeyen birinin
başına bir belâ mı geldi, "Efendi onu çarptı" vs. Öldükten sonra üzerine
saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur;
adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.

Halbuki
İslâm'da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zâhidler
olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl
bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma'rûf el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî,
Seriyy es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi
şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî
kavramı, müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur'an'ın tanımladığı
şekilde benimsenmiştir.    
Bazılarının
tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayâller cümbüşü
süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cübbedir,
kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve
menkabelerdir. Bulutlar üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk
açısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve
yaşayıştır. Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir,
mevlittir, ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir,
festir, kılıçtır, tuğradır, bid'attır, hurâfedir... İslâm'ın, esas olarak Kur'an
ve Sünnet'ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle
ancak İslâm'dan söz edilebileceği, hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir.
Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz
düşünceniz varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman
bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.
Bilindiği gibi,
İslâm'ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya Kur'an'da
bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın
yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah'ın
bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz
olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen
olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ'nın
sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin ve herhangi bir gücün
hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu
herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yönetilen kâinat düzeninin,
birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir.
Gerçek bu iken, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla
"ermişlik" diye bir inanç peydahlanmış, böylece "evliyâ" diye -sözde- üstün
güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön
verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar, Kur'an ve sahih
sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan şirk kalıntıları temizlenmeli,
velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar gibi, Kur'an'la sağlaması yapılarak
i'tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir. Müslümanım diyenlerin kendilerini,
inanç ve amelleriyle elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir.
(14)
Bilindiği gibi,
"Velî" Allah'ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu
söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi
mânâsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise Allah'ın dinini koruyucu,
O'nun dininin yardımcısı, O'nun dostu, O'nu sahip ve efendi edinen, yani özetle
Allah'ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte,
O'nu sevmekte, O'ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah'a yakınlığı ile
mümtâz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın. Bu seçkinlik, o kişinin Kur'an'ı
ahlâk edişinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar
tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah'ın ona yardımı,
sünnetullahı, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis
eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının
gerçekleşmesidir.
Bir müslümanın,
diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince, mesele hiç de halkın anladığı gibi
değildir. Zira, âyetlerde geçen "velî" kelimesi, birbirinin yardımcısı,
birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir
vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını
korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr'ın Hz.
Peygamber'i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili
uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve Peygamber'in de onları velî/dost
edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek
velîlerin hiç biri gaybı bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket
yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları
çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı
yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız. O kadar
rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini öldürmek için fırsat
kollayan ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi'nin
varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak
kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz
isimli Ebû Lü'lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden)
habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı
arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak kendisini öldürmek için namaz
kıldığı câmide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan
Abdurrahman İbn Mülcem'in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.

Rasûlullah
(s.a.s.)'ın kendilerine İslâm'ı öğretmeleri için gönderilmesini istedikleri
tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu
tarihî bir vâkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber'in ve Hz. Ebû Bekir
(r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin ve
Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden ötürü Allah'ın
dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. Velâyetlerinden emin olduğumuz bu
insanların hiç birinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili
sahih mâlûmâta sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat
edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla (33/Ahzâb, 21)
İslâm'ı bize öğretmiştur. Rasûlullah'ın Uhud'da dişi kırılır, bu velîlere bir
şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah ölüleri (meselâ
amcası Hz. Hamza'yı, oğlu İbrahim'i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah
kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler üfürükleriyle savaşır... (15)
"O'nun
berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım
etsinler." (7/A'râf, 197) "Belki kendilerine
yardımları dokunur diye Allah'ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama
onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler."
(36/Yâsin, 74-75) "De ki, Allah'ın berisinden çağırdıklarınıza bakın
bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların
göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan
önce gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah'ın
yakınından kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan
daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler."
(46/Ahkaf, 4-5) "Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi
Allah'ındır. Allah'ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin
peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey
değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır." (10/Yûnus, 66)  

Bu âyetlerde
geçen "dûne" kelimesine, çoğu mealde "başka, gayrı" anlamı verilmektedir.
Bu mânâ, "dûne" kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl
anlamı, "fevka"nın zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir.
Bir şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için "dûne" kelimesi
kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen "min dûnilâllâh",  yani
"Allah'ın dûnundan" ifadesi, Allah'ın en yakınından, yani berisinden demek
olur. Zaten Allah'tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah'a çok yakın
olduğuna inanmışlardır.
Tasavvufî
anlamda velî olmak için aranan şartların başında kerâmet gelmektedir. Hemen
bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani
velîlerin izhar edebileceği birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin,
peygamberliğe benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu
paralellik, daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz.
Muhammed (s.a.s.) için kullanılan "Hâtemu'l-Enbiyâ" terimine benzer bir
"Hâtemu'l-Evliyâ" (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep
olmuştur.
Burada, bir de
velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. Velâyet kavramı,
9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî
telâkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid
şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan
başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn, Müfredûn,
Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân yer alır ve tepede ise,
hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryüzünde
mevcut bütün velîlerin en büyüğü olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen
tabakaları oluşturan velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki,
Kur'an'daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ
Yeni Eflâtunculuk'un ve Gnostisizm'in rolüne dikkat çekmek gerekir. Aynı
etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki "saint (aziz)" telâkkisiyle,
tasavvuftaki "velî" telâkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. Meselâ,
hıristiyan mistisizminde "saint", "Allah adamı" ve "Allah dostu"dur. Genel
mânâda da, bütün dürüst hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl
Allah dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak
birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah'a adayan, Ona ulaşabilen
hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telâkki, tasavvuftaki "velâyet-i
âmme" (bütün müslümanların genel mânâda velî olduğu) ve "velâyet-i hâssa"  (dar
mânâsıyla tasavvuftaki velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta
olduğu gibi "saint" (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de
dikkat çeker.                    
Velî
telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm ulemâsı muhitlerinde ve
onlara bağlı halk çevrelerinde birden bire kabul görmeyip tepki ile
karşılandığını biliyoruz. Özellikle sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen,
peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir.
Aynı şekilde mu'tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle
bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle asla
benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından
değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için gösterilen gayretler boşa
çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sünnîliğin,
velîlik telâkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç
şüphesiz bu değişmede İmam Gazzâlî (öl. 1111)'nin unutulmaz çabasının büyük rolü
olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük çoğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî
telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman sayar; bazı çevrelerde ise
bunlar müslüman bile kabul olunmaz.
Türklerin
İslâmiyet'e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi, Türk mutasavvıflarınca
da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve
onun gibi, söylediği her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. (16)