Fecir | Konular | Kitaplar

Tesettür Kimlere Karşı Gerekir? .

Tesettür Kimlere Karşı Gerekir



Tesettür Kimlere Karşı Gerekir?



 

Müslüman bir kadın kocasına bütün bedenini
gösterebilir. Evlenmesi yasak olan yakın akrabâlarına saçını, boynunu, diz
kapağına kadar ayaklarını, kolunu gösterebilir. Bütün yabancı erkeklere karşı
eli, yüzü ve ayağı dışındaki bütün vücudunu örtmesi farzdır, Allah'ın emridir.
Tıpkı Dinin diğer farzları gibi.

Müslüman kadın ziynet yerleri denilen kol, saç,
boyun, dize kadar ayaklarını mahrem olanlara (evlenmesi yasak olanlara)
gösterebilir. Bu kimseleri âyet şöyle sıralıyor: Babası, kocası, kocasının
babası, oğlu, kocasının oğlu, erkek kardeşi, erkek kardeşinin oğlu, kız
kardeşinin oğlu, müslüman kadın, câriyesi ve kölesi, erkeklik duygusu kalmayan
kimse, küçük erkek çocuk (24/Nûr, 31). Bunlara dede, amca, dayı, süt kardeşler
de eklenir. Âyetin devamında
"ziynetleri bilinsin diye ayaklarını birbirine vurmasınlar" uyarısı geçmektedir.
Bu, kadınların süslenmek için taktıktıkları takıların başkalarına
gösterilmesinin, sergilenmesinin de helâl olmadığını gösterir.

İslâm, Allah'ın insanlar için seçtiği
bir yaşama biçimi ve saâdet yolu, kurtuluş aracıdır. İslâm'ın bütün ilkeleri,
emir ve yasakları kendine aittir. Her bir emrin ve yasağın bir hikmeti, bir
sebebi; yasakların insana ve topluma zararı, emirlerin ise kişiye ve topluma
faydası vardır. Ama müslüman, bu hikmetlerinden önce, sadece Allah rızâsını
kazanmak için, O'nun emri ve yasağı olduğu için o hükümlere uyar.
"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman,
mü'min bir erkeğe ve mü'min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme
(özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
(33/Ahzâb, 36)

İman eden kişiler Rablerinin emrine
teslim olurlar ve ellerinden geldiği kadar emirlere uymaya, yasaklardan kaçmaya
çalışırlar. Ama asla Allah'ın emirlerini ve yasaklarını münâkaşa konusu
yapmazlar. Onlar bu tehlikeli yola girmekten şidetle korkarlar. İslâm sağlam bir
kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. O,
müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri ıslah edip düzetmek
istiyor. Bunun tedbirini almalarını müslümanlara emrediyor.

Birçok kötülüğün aşırı isteklerden,
dizginlenmeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin
alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile bağları gevşer, nesiller
bozulur, kadının ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı, temiz aile ve
temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine
saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm
bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem
erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü
emrediyor.

Tesettür ibâdeti mü'minler için bir
güzelik ve erdemdir. Örtünme, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan
hakkıdır. Faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bazı ülkelerde
tesettür, başörtüsü münâkaşalarının, yasaklarının olması çok hazin, üzüntü
verici bir şeydir. Tesettür, İslâm'ın emridir,  bir ülkenin veya bir halkın
geleneği değildir.

Şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Nur suresi
31. âyette ‘humur-hımâr' kelimesi geçmektedir ki, bu, başörtüsü anlamındadır.
Yani başı, saçları da kapatacak bir biçimde örten örtü demektir. Âyette
kastedilen, müslüman kadınların başörtü örtmeleridir. Bunun uygulaması da
böyledir, bütün âlimlerin âyetten anladıkları da bu şekildedir. Tesettür emri
geldiğinde ensâr kadınlarının uygulamalarıyla ilgili olarak şu olayı nakledelim:



Safiyye binti Şeybe diyor ki, bir
seferinde Hz. Âişe'nin yanında bulunuyorduk. Biz Kureyş kadınlarının 
faziletlerini anınca dedi ki: "Şüphesiz  Kureyş kadınları faziletlidir. Ancak 
Allah'ın emrini yerine getirme konusunda Ensar kadınlarından daha gayretlisini
görmedim. ‘Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar' emri gelince,
onların erkekleri onlara yöneldiler ve Allah'ın ne indirdiğini okudular. Onlar
hanımına, kızına, kız kardeşine veya bütün yakın akrabalarına gelen âyeti
okuyunca, onlardan her biri, Allah'ın Kitabını tasdik (doğrulamak) için ve iman
ettiklerinden, eteklerinin kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah
Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Onların başları
üstünde sanki kargalar vardı."  (Buhârî, Nûr Sûresi Tefsiri,
6/136)                          
         

Bütün bu açık hüküm ve ölçülerden sonra, mü'min
kadınların ve mü'min erkeklerin Allah'ın emrine bir itirazları olamaz.
İnandığını iddiâ ettiği halde  tesettüre ve başörtüsüne tavır alanların, kendi
durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir.



[1] 

İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün
müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor.
Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı
kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle
İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret
tercihi ve  cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor. İslâmî örtünme iman
alâmetidir. Rûhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul
edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı
kadınımızın cihadı, örtü de özgürlük bayrağıdır.

Dinimizin örtünme emrini uygulamış olmaları için
müslüman kadın ve kızların şu şekilde giyinmeleri gerekir: Eller ve yüzün
dışındaki vücudun bütün organlarını örten, vücudun doğal rengini ve çizgilerini
(vücut hatlarını) göstermeyecek şekilde kalın ve bol olan, gayri müslim
kadınların kendilerine has olan (râhibe kıyafeti gibi) giysilerini andırmayan,
toplum örfüne göre erkek elbisesine benzemeyen, dikkatleri çekecek şekilde de
süslü olmayan bir giysi. Bu dış giysi, çarşaf, bol ve uzun pardösü ve benzeri
olabilir. Mutlaka çarşaf veya şu şekilde bir pardösü denilemez; İslâm tek tip
bir kıyâfet emretmemiş, sadece genel ölçüyü kurallaştırmıştır. Ev dışında
kadının "cilbâb"ını üstüne alması (33/Ahzâb, 59) gerekmektedir. Cilbâb da dış
giysi demektir. Bu, dünkü Osmanlı toplumunun örfünde çarşaf olduğu gibi, bugün
ve yarın herhangi bir coğrafyada çok farklı bir dış giysi olabilir. Önemli olan,
kadının ev dışında, ev elbisesinin üzerine giyeceği bir dış giysi ile
örtünmesidir; yeter ki istenen tesettür şartlarına uygun olsun.

Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış
elbise önemsenmez hale geldiği gibi, "başörtüsü zulmü" farklı bir tepkiyi
aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç
bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe
olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar
yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişört etekli kıyafetler boy
göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü yeterli görmesi mümkün
değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik,
tavır-yürüyüş-konuşma-gülme-aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru
olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi
olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı.
Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı, o da zora gelinince, sözgelimi üniversite
uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek, pazarlık ve tâviz konusu
olabilecek, türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa
düştü. "Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri
yapılıyor" deyin, gerisini onlar anlar diyecek Bekri Mustafa'lara kaldı iş.
Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat
gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna "çeyrek tesettür" adını takıyor.
"Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?"
demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...

Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor
bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza
indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. "Tesettür(!) defilesi"
denilen ucûbeler, bir taraftan bu talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da bu
arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret
etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında belki bu kadar süslenip
kıyâfetine özen göstermezken- en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki
düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve
ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam evde, Filistin'li kızların dramını,
açlıktan ahlâkını satan kadınları gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.   



Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta
olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla
yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen,
Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı
şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep
olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman
erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara
atmayı dışarıdan hemen tesbit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi
dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da
benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecekti. Zaten bu bayanların da çoğu, bu
çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara
acımaktan da öte, kadın-erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis
edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız,
güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah
için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız
gerekiyor.   

Fahşânın ve fuhşun yayılması, değişik sebeplere
dayanır. Tek bir sebeple izah etmek mümkün değildir. Çarşı putları ve çevre
kültürü, insanları etki altına alır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalar dikkatli bir
şekilde incelenirse, mesele kolaylıkla kavranır. Peygamberlerin tebliğine karşı
direnen kavimlerin ilk iddiaları: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız" hükmü
ile ifâde edilmiştir. Fahşânın ve fuhşun sebebi, atalar kültürü olabilir.
Nitekim bir âyet-i kerimede; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları
zaman (ve izâ fa'alû fâhişeten) derler ki: ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde
bulduk. Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti (fahşâ ile amel ederiz). O
iman etmeyenlere söyle: Allah hiçbir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz
şeyleri, Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (7/A'râf,
28) hükmü beyan buyurulmuştur. Mekke müşrikleri; "Günah işlediğimiz elbiselerle
ibâdet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i Muazzama'yı çıplak bir şekilde tavaf
ediyorlardı. O dönemde Kâbe'nin içerisi putlarla (heykellerle) doluydu. Çıplak
bir vaziyette tavaf etmenin doğru olmadığını söyleyenlere karşı "Biz
atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi onlar hiç çıplak bir
vaziyette tavaf ederler miydi?" cevabını veriyorlardı (Mecmuatu't-Tefasir, İst.
1979, Çağrı Yay. c. II, s. 540 -Kadı Beyazavî-).

Bu psikoloji sadece Mekke müşriklerine has
değildir. Çarşı putları, genel kültür maskesi altında, insanların zihinlerini ve
kalplerini etkisi altına alır. Fahşânın ve fuhşun, değişik gerekçelerle
yayılmasını sağlar. Malûm olduğu üzere, insanları gayrı meşrû yollara çağıran ve
fuhşa sürüklemeye gayret sarfeden şeytandır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Şeytan size kötülüğü, hayâsızlığı (bi's-sûi ve'l fahşâi) ve Allah'a karşı
bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (2/Bakara, 169) hükmü beyan
buyurulmuştur. Şeytanın vesveseleri ile fuhşa meyleden insanların sayısı az
değildir. Fâhişelerin ve fuhuşla geçinen insanların velisi şeytandır.

Câhiliyye döneminde fuhuş bir kazanç yoluydu.
Muhammed Ali Sâbûnî, bu hususta şunları zikretmektedir: "Araplardan bazıları
genç kız ve câriyeleri bir eve oturtarak zinâ yaptırırlardı. O evde fuhuş
yapıldığının herkes tarafından bilinmesi için, kapıların üzerine bir bayrak
asarlardı. Bu evlere mevâhir adı verilirdi. Şâyet bu evlerdeki kadınlardan
birisi, bu rezâleti işlemeye yanaşmazsa, efendisi onu zorlayarak yaptırırdı."
(Muhammed Ali Sâbunî, Ahkâm Tefsiri, İst. 1984, Şamil Yay., c. II, s. 203).
Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre, münâfıkların reislerinden
Abdullah İbn Selül'ün Museykete ve Umeymete isimli iki câriyesi vardı. Bunları
para karşılığında fuhşa zorluyordu. Bunlar durumu gidip Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e
bildirdiler ve şikâyette bulundular. Taberi, Mücahid'den şöyle rivâyet eder:
Araplar câhiliyye devrinde, genç câriyelerine zorla fuhuş yaptırırlardı.
Kazandıkları parayı kendileri yerlerdi. Abdullah İbn Selül'ün de fuhuş
yaptırdığı câriyeleri vardı (İbn Kesir, Tefsirû'1 Kur'âni'l-Azîm, Beyrut 1969,
c. III, s. 289; Ayrıca M. Ali Sâbunî, a.g.e., c. II, s. 188; Mec'muâtu't-Tefâsîr,
c. IV, s. 395; Tefsir-i Mücâhid, Katar 1396, s. 442).

Günümüzde beyaz kadın ticareti yapan çeteler ve
genelevi patronları vardır. Tâğûtî iktidarlar "genelev sistemini"
benimsemişlerdir. Fahşânın ve fuhşun yayılması, şeytanın velâyetini kabul eden
iktidarlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kötülüklerin
önlenmesinin (nehy-i ani'l-münker) farz olduğuna inanan her insan, tâgûtî
iktidarlara karşı mücâdele vermek zorundadır. Fahşânın ve fuhşun başka türlü
önlenmesi mümkün değildir. Her tâgûtî güç bir fâhişedir. Bu hakikat asla
unutulmamalıdır.



[2]

Bireysel ve toplumsal zararlarını dünya ve
âhiret cezâlarını özet olarak açıklamaya çalıştığımız zinânın ücret alarak
sanatlarını(!) icrâ eden fâhişelerle veya tatmin olmak için kendi arzusuyla zinâ
eden dul dişilerle yapılmış olması, halka açık genelevlerde uygulanışı onu zinâ
olmaktan çıkarmaz. Zinâ, zinâdır.

İslâm Dini, yalnız zinâyı yasaklamamış, zinâya
götürücü bütün fiilleri de haram kılmıştır. Zinâya yaklaşılmasını engellemek
için kadınların vücut organlarını örtmelerini (tesettürü) emretmiş, hanımların
nâmahrem olan erkekle bir arada yalnız kalmalarını ve birlirine şehvetle
bakmalarını, tokalaşmalarını ve vücut temaslarını da yasaklamıştır. Bunun
yanında, dinimiz şehevî duyguları geliştirici ve azgınlaştırıcı müzik, film,
roman gibi sanat ve edebiyat türlerini, bar, pavyon, gazino ve benzerleri gibi
yerlerin kurulması ve işletilmesini de haram kılmıştır.

Yüce dinimizin ve olgun aklın reddettiği zinâ,
gerçekten bir çirkeftir. Zinâcıların her biri de aşağılık kişilerdir. Bunun
içindir ki Hz. Allah, Kur'an'da iffetli kadın ve erkeklerin tevbekâr olmamış
zinâcı erkek ve kadınlarla evlenmelerini haram kılmıştır (24/Nûr, 3). Çünkü
onlar, Kur'an ifâdesiyle "pis"tirler ve kendileri gibi pislere uygundurlar
(24/Nûr, 26). Haramlarda aşağılık ve azap vardır. Bütün haramlardan ve kıyâmet
alâmetlerinden olduğu ifâde edilen zinâdan sakınmak, çevredeki insanları uyarmak
gerekmektedir. Bu sakınmada âhiret saâdeti vardır: "Kim bana iki çenesi
araısndaki dilini ve iki bacak arasındaki tenâsül uzvunu haramlardan
koruyacağına garanti verirse ben de onun Cennete gireceğine garanti veririm."
(et-Tâc, 5/183). Rabbimiz de Firdevs Cennetine vâris olacak gerçek mü'min
kullarını vasfederken onların zinâdan korunan kullar olduğunu bildirmektedir
(23/Mü'minûn, 5-7). Peygamberimizin şu uyarısı gerçekten önemli ve dikkat
çekicidir: "Aman zinâ yapmayınız. Zira yaparsanız sizin nikâhlı
kadınlarınızdan, kadınlarınızın da sizden alacağı cinsî haz körelir. Aman
nâmuslu olun ki, kadınlarınız da nâmuslu olsunlar. Zira falan oğullarının
erkekleri zinâ edince kadınları da fâhişe oldular." (Keşfu'l-Hafâ, h. no:
1738)

İnsan, yaratılış düzeni itibarıyla cinsî
konularda son derece hassastır. İslâm Dininin yasaların koyan, insanı yaratan
Allah olduğu için dinimiz insanın cinsel duyarlılığına uygun emirler ve yasaklar
koymuştur. Tek tek fertleri değil; bireylerin bağlı olduğu cinsleri esas
almıştır. Dinimiz akrabalık ilişkileri, eğitim, çalışma ve nişanlılık gibi
sebeplerle de olsa, birbirlerine nikâh düşebilecek kadınla erkeğin bir araya
gelerek yalnız kalmalarını yasaklamıştır. Bu konudaki haram kılıcı ölçüleri
Peygamberimiz şöyle açıklamıştır: "Sizden biriniz, yanında mahremi bulunmayan
nikâh düşebilecek bir kadınla yalnız kalmasın." "(Zira) üçüncüleri şeytan olur."
"Şeytan da kan kan damarlarınızda şehvet duyguları ile akar." "Bu sebeple
kadınlarla ancak mahremleri varken bir arada bulunun." (et-Tâc, 2/329).
Mânâlarını sunduğumuz hadislerin mü'minler için koyduğu ölçüler şu veya bu
şekilde yorumlanamayacak derecede açık ve kesindir. Bundan ötürü, bu konuda
âilevî zarûretler, sosyal ve ekonomik sebepler öne sürülerek farklı yorum
yapılamaz, İslâm'ın haram kıldığı, helâl görülemez. Bu konuda içinde yaşadığımız
câhiliyye hayatının şartlarından söz ederek farklı görüş belirtmek, insanı
itikadî açıdan tehlikelere sürükleyebilir.

Birbirleriyle evlenebilecek bir erkekle bir
kadının bir arada yalnız kalmalarını (halveti) haram kılan dinimiz, bu yasağını
ikinci dereceden akraba fertlerine de teşmil etmiştir. Amca, dayı, kardeş, hala,
teyze gibi gibi mahremler bir tarafa (ki bunlarla evlenme yasağı vardır); bu
konuya kayınbirâderler ve amca çocukları gibi akraba arasında çok daha fazla
önem verilmesi Peygamberimiz'in emridir. Peygamberimiz'in "Yanında mahremi
bulunmayan kadınların yanına girerek bir arada yalnız kalmaktan sakının!"
şeklinde öğüt vermesi üzerine bir sahâbî şöyle sormuştur: "Yâ Rasûlallah!
Kocanın kardeşi (kayın birâder) ve amca oğulları gibi akrabâya ne buyurursunuz?
(Onlar da mı bizim kadınlarımızla bir arada yalnız kalamazlar?" Peygamberimiz şu
cevabı vermiştir: "Sözü edilen kocanın akrabâsı ile bir arada yalnız kalmak
ölümdür (âile ahlâk hayatının çöküşüne sebeptir)." (et-Tâc, II/329)



İslâm kültürü almadığından ötürü dinimizin bu
husustaki inceliğini tam olarak kavrayamayanlarımız için ifâde edelim ki, İslâm
Dini, yasalarını belirli fertler için koymamıştır. Muhtemel tehlikelere muhakkak
nazarıyla bakmış, genel hükümleri koymuştur. Şeytana fırsat verecek yolları
tümüyle kapatarak kalpler için en emin yolu göstermiştir. Bu konudaki dinî
ölçüleri benimsemeyen akrabâ arasında nice ıstırap verici (ensest ilişki)
olayların cereyân ettiği ve etmekte olduğu bir gerçektir.

Birbirliyle evlenebilecek bir erkekle bir
bayanın bir arada yalnız kalmaları yasağı, eğitim ve çalışma alanlarını da içine
alır. Bu nedenle İslâm Dini, ergenlik çağına ermiş gençlerin karma eğitimini ve
kadın-erkek bir arada çalışma düzenini câiz görmez. Çünkü böylesine bir eğitim
ve çalışma düzeninde karşılıklı göz zinâsı, bedenî temas ihtimali ve bir arada
yalnız kalma (halvet) gibi dinimizin haram kıldığı üç yönlü mahzur vardır. Cinsî
bakımdan duyarlı gençleri ve yetişkinleri bir arada eğitmek ve çalıştırmak
ekonomik de olsa, bir yarar sağlamaz, nice zararlara sebep olur. Ancak haram
arkadaşlık, flört (çıkma) gibi zinâya yaklaştıracak ilişkileri arttırır. Hayâ
duygularını zaafa uğratır. Aile yaşantısını olumsuz etkiler. Kadınları
erkekleştirerek yaratılış düzenlerini bozar. Bu nedenle hiçbir mü'min, erkek ya
da kız çocuğunu karma eğitim yapan okullara vermemelidir.

İslâmî ölçülere göre arzu edilir olan kadının
yeterli dinî ilim, genel kültür ve ev ekonomisi gibi bilgilerlerle donanmış bir
ev hanımı ve yetiştirici bir anne olmasıdır. Fakat kadının bir-iki istisnâî
işler dışında, meşrû işlerde ve meşrû şekilde çalışmasında dinî bir sakınca
yoktur. Ancak, özellikle cinsî duyguların faâliyette olduğu yaş dönemleri içinde
kadın-erkek bir arada çalışma, mahzurludur. Bu sebeple, hiçbir mü'min erkek ve
özellikle kadın, böyle karma bir çalışma düzeni içinde çalışmamalıdır. Mü'min
işverenler de, çalışma odalarında beraber kalacakları bayan sekreter cinsinden
ya da bayan-erkek karma bir çalışma düzeni kurmamalıdır.

Birbirleriyle nikâhlı olmayan ve mahrem de
bulunmayan bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarıyla alâkalı İslâmî
yasak, devrimizdeki yaygınlaşmış şekliyle nişanlanmış çiftleri de içine alır.
Nişanlı çiftler, dinî yasalarımıza göre, aralarında nikâh akdi yapılıncaya
kadar  birbirlerine yabancıdırlar. Nişan bağı, halveti, yalnızca bir arada
kalmayı meşrûlaştırmaz. Bu itibarla sözlü ve nişanlı çiftler yalnız bir odada
kalamazlar, birbirleriyle tokalaşamazlar, birlikte "çıkamazlar". Böylesine
samimi davranışlar ve serbest âdetler, gayr-ı müslimlerden intikal etmiş bâtıl
uygulamalardır ve câiz değildir.                 

Birbirleriyle evlenebilecek erkekle kadının
arada nikâh bağı olmaksızın bir arada bulunmalarını yasaklayan dinimiz, bu
yasağını ihlâle sebep olacak işleri de haram kılmıştır. Bunun içindir ki,
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir
kadının, yanında (babası, kardeşi, kocası veya çocuğu gibi) bir mahremi
bulunmaksızın bir günlük yolculuğa çıkması helâl, meşrû değildir." (İbn Mâce,
h. no: 2899). Karısının hacca gitmek kararında olduğunu, kendisinin de cihad
yapmak için orduya yazıldığını açıklayan bir sahâbîye Peygamberimiz müsâade
etmemiş ve şöyle buyurmuştur: "Dön, karınla beraber (hac yap; onu yalnız
başına hacca gönderme.)" (İbn Mâce, h. no: 2900; et-Tâc, II/329)

İslâm Dininin bu ve benzeri ölçülerinin gâyesi
ahlâkî olduğu içindir ki, mü'min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile
yabancı erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı
davranmaları da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken
pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut ve el temasını da haram
kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun insanı etkilediği bir gerçek olduğu
gibi, cinsî bakımdan uyardığı da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde
olsun veya olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin
birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda folklor, horon gibi
bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki dansta görülen vücut teması ve
kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin göreceği şekilde eğlence ve oyunları
kuşkusuz haramdır. Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok
öğretmeli ve sakındırmalıdır.

Özetle, İslâm, bütün insanları ölçü alarak
yasalar ve yasaklar koymuştur. Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği
ortamların oluşmasına imkân vermemiştir. "Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık
bir hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur." (17/İsrâ, 32)



[3]

Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren,
şehvetli bakışlardır. Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse
kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir. Zira Rabbimizin
örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin yanı sıra, göze hitap eden ve
özellikle gençlerde cinsî arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan
filmler, şehvet saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar
takvimlerinden her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli
reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete ve dergiler
göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili araçlar haline gelmiştir.
Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez boyutlara ulaşan gazete ve
dergilerle televizyon özel bir yer işgal etmektedir.

Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul
etmeyen giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz kadar, hayâ
duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla dolu gazete ve
dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele hele televizyon, sakınmamız gereken
bir ateş çağlayanı olmuştur. Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve
eğlence programlarıyla insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları,
ahlâkî değerleri, İslâmî gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine değil
de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona ve özellikle
inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına direnç göstermeyen,
gözlerini ekrandan koruyamayan fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat
sürmelerinin mümkün olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.

Başta televizyon programları ve vücut
organlarını teşhir eden kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken
şeyler hiç de az değildir. Peygamberimiz bir müjdeli hadislerinde şöyle
buyurmuştur: "Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen
bakışlarını koruma altına alan her bir müslümana, Allah, tatlılığını kallbinde
duyacağı bir ibâdet yaptırır." (İbn Kesir, Tefsîr, 3/282)

Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın
gözlerini korumak Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize
sebeptir. Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle, sinema
ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla haramlara
gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî azap olacaktır. Haram
bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı, suç cinsinden olacak, cehennemden
kurtulsa bile cemâlullah'ı gözleriyle seyretme zevkinden mahrum kalacaktır.
Haramlara bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara
muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak, azâp
görmeksizin Cennete giremeyiz. "(Kıyâmet Günü'nde) Bütün gözler ağlayacaktır.
Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler, Allah'ın azâbına uğramak korkusuyla
sinek başı kadar yaş akıtan gözler ve bir de Allah'ın haram kıldıklarına
bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır." (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu's-Sağîr, I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282)



[4] 

Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve
terbiye, utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli konulardaki
hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda, moda deyimle kaMûsâl
alanlarda gencecik kızlar, dekolte kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti
galeyâna getirecek bir görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği
kendine baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış bir
şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten: "Vücut benim
değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük meselesi. Hem demokrasi
var. İstemeyen bakmasın canım!"

Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık
meydanında at oynatan, ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet
tüccarı pezevenk ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak
kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu konuda
değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri neşreden gazete
ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız kanalların televole, yarışma,
müzik-eğlence programları, şehveti gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki
dans, bale ve benzeri oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine
ihânet etmeler ve daha neler...

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî
arzularını kontrol etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten
çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen iffet ve
nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik öncesi cinsel ilişki, bazı
çevrelerce normal karşılanmaktadır. Hatta bu, âdet haline getirilerek bekâretin
bir kıymeti bulunmadığı bazı yazar taslakları tarafından yazılıp
çizilebilmektedir. Fâhişe kadınların, travestilerin, yol kenarında para
karşılığı kendilerini pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline
gelmiştir. Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan
fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis savunması,
yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında bayraklar olan kaMûsâl
alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar. Genelev patronları, senelerce vergi
rekortmeni oluyor. "Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır" denilerek, bu meslek de
böylece kutsallaştırılmış oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı
değil, kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski
câhiliyye herşeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.

Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse
gelsin, müslümanı bağlayan şey "zaman ve zemin", "düzen ve çevre" değil,
Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur'an ve
Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin
peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam
kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle,
huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.

Günümüzde müslüman gençler için en büyük
tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu
sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk
etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı
Kerim'de "Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir
yoldur" (17/İsrâ, 32) buyuruyor. Âyet, "zinâ yapmayın" demiyor da,
"zinâya yaklaşmayın!" buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün
yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir
yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya)
söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim
Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur'an'da bu
durum şöyle anlatılıyor: "Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin
burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti." (12/Yusuf, 24). İş buraya
kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ
kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm'da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram
kılınmıştır.

"Mü'min erkeklere söyle; gözlerini (haram
bakışlardan) sakınsınlar. Mü'min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan)
gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar."
(24/Nûr, 30-31). İslâm, işe harama bakmayı
yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan
sakındırıyor. Hiç kimse "göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister
yumarım, kime ne?" diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak
veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O'nun
rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için
değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için
yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor:
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların her biri,
yaptığından sorumludur." (17/İsrâ, 36)

Buhârî ve Müslim'de rivâyet edilen bir hadis-i
şerifte "Gözlerin zinâsı, (harama) bakmaktır." (Buhârî, İsti'zân 12;
Müslim, Kader 20) buyurulmuştur. Harama bakmak; zinâya götüren ilk adımdır.
Zinâya sebebiyet verdiği için Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bunu zinâ olarak
ifâde buyurmuştur ki, bu abartılı değerlendirme ile kötülüklere giden yolun
bakışlar ile adımı atılmamış olsun. Taberânî'de geçen bir hadis-i kudsîde şöyle
buyurulmaktadır: "(Bakılması haram olan şeye) Bakmak, İblisin oklarından bir
oktur. Kim Benim korkumdan dolayı onu terk ederse, yerine kalbinde tatlılığı
duyacağı bir iman/ibâdet veririm." (İbn Kesir, Tefsîr, 3/282). Demek
ki, harama bakmakla, şeytanın oklarına hedef tahtası oluyor bir insan. Havalar
biraz ısınmasın, nice bayan denildiğinde boyan anlayan, sayın denilince soyun
anlayan, toplumda kişiliğiyle değil de dişiliğiyle görülmek isteyen kızlar,
kadınlar açık yerleri kapalı yerlerinden daha çok şekilde sokağa dökülüyorlar.
Sahil kenarları ve plajların daha fecî olduğunu bilmeyen yok. Üstsüzler,
altsızlar, yüzsüzler, arsızlar... Kasap vitrininde dizilen koyun ve sığır
butları gibi teşhircilikler... "Bütün bunlara rağmen gözü haramdan sakındırmak
mümkün mü?" diyenler olacaktır. Gerçekten zor olsa da imkânsız değildir, elbette
mümkündür. Zira Rabbimiz bize imkânsız bir şeyi emretmez. O zerre kadar
zulmetmez, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar (2/Bakara,
286). Eğer İlâhî bir emri yerine getirmek ya da yasaktan kaçınmak zor ise, hiç
şüphesiz kazancı da o oranda fazla olacaktır. Ümmetin fesâdı zamanında sünnete
sarılana (bin) şehid sevabı verilmesi de bunu gösterir. Caddelerde yürüyüş
konusunda da sünnete sarılırsak, gözü korumak çok kolaylaşacaktır. Rasûlullah,
ashâbın kendisine zor yetişeceği şekilde hızlı yürürdü. Sadece yürüyeceği alana,
önüne bakarak yürürdü. Yürürken kafasını herhangi bir tarafa çevirmez, bir yere
bakacak olursa, tümüyle o tarafa dönerek bakardı. O her vesile ile zikreder,
Allah'ı hatırından çıkarmazdı. Bu şekilde yürüyerek sünnete sarılırsak, gönlümüz
Allah'ı hatırlar, dilimiz Allah'ı zikreder ve Rasûlullah gibi yürür ve gereksiz
yere cadde ve sokaklarda gezmeye kalkmaz isek, sorunun çoğu hallolmuş olacaktır.
İş icabı bir yere gitmeye kalktığımızda yürümek için kalabalık cadde ve
pazarları değil, haramların fazla olmadığı sokakları tercih edersek işimiz
kolaylaşacaktır. Bütün bunların yanında elbette ki gözümüze ve gönlümüze hâkim
olmaya çalışacağız, zaman zaman haramlarla imtihan olacağız, bu imtihanlarda en
az bir üniversite sınavında olanın gayretini gösterirsek başarı kendiliğinden
gelecektir. Allah, kendi yolunda gayret sarfeden, haramlara karşı hevâsına karşı
mücâdele edenlere yardım edecektir.

İş-güç icabı çarşıya çıktığımızda, göz
istemeyerek de olsa harama takılabilir, gayr-ı ihtiyârî bir haramı görebilir.
Böyle bir durum için, ansızın göze takılan bakmaktan sorulduğunda, Peygamberimiz
buyurdu ki: "Gözünü derhal çevir!" (Müslim, Âdâb 45, h. no: 2159; Ebû
Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29); "Bakışı bakışa ekleme. Birincisi senin
için (vebal yoktur, ama) ikincisi aleyhinedir." (Tirmizî, Edeb 28, Ebû Dâvud,
Nikâh 44). Kurtubî, der ki: "Birinci bakışa mâni olmak genellikle mümkün
değildir. Kişinin kendi isteğiyle olmayacağı gibi, bundan sorumlu da değildir."
Demek ki, ilk bakış gözün hakkıdır, bunda bir günah yoktur. Ama göz harama
ilişir ilişmez derhal gözü ondan çevirmek gerekmektedir. "İlk bakış" demek, uzun
uzun bakmak değil; ilk an demektir. Yanlışlıkla harama değer değmez gözü hemen
çevirmektir. Allah'a ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz
korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli
olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle yol
vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi gözü
harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz kanalıyla
gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi hiç de
kolay olmayacaktır.

Bazıları da "güzele bakmak sevap" diyerek,
utanmadan yarı çıplak bedenleri seyrediyor. Bu ifâde, haramlara bakmak için
kullanılırsa, insanın imanını zedeler. Harama sevap demek insanı iman
dairesinden çıkarabilir. Allah'ın yasaklayıp haram kıldığı bir şeye "güzel" ve
"sevap" demek, ne çirkin bir ifâdedir! İbret almak için bir şeye bakılacaksa,
gerçekten "güzel" olan, tavsiye edilen yerlere ve tavsiye edilen şekilde
bakılması gerekmektedir: "(İnsanlar) Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl
yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir
bakmazlar mı?" (88/Ğâşiye, 17-20)



[5]

   

 





[1]
Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 174-177





[2] Yusuf
Kerimoğlu, a.g.e., s. 131-135





[3] A.
Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/117-128 






[4] A.
Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/111-116     





[5]
Mustafa Özşimşekler, Beyan Temmuz, 2001