Fecir | Konular | Kitaplar

Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur'an'dır

Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur

Gerçek Anlamda Çağ
Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur'an'dır:


Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her
konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın
hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden
gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir.
İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği
doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir.
Ülü'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci
liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı
belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve
mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Musa
(a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur'an'ın yaptığı inkılâb; en
büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış;
mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın
adı asr-ı saadet; inkılâbçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler,
adına inkılâb denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha
doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır.
Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük
değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ
olamaz.

İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının
karanlıklarında yaşıyor. Câhiliyye, İslâm'a zıt, putçu bir inanç sistemidir. (bkz.
3/Âl-i İmran, 154) Câhiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam
biçimidir (bkz. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bkz. 33/Ahzâb,
33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir (5/Mâide, 50).
Câhiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar
bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi
durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı
emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski
câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar,
kızlarının dünya hayâtlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede
kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların
fıtratları bozulduğu ve mü'mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayâtları
mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek
görmüyorum.) Kısaca, Kur'an gelip câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern
biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir.

Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü
câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin
karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık
inkılâb yapamıyor? Kur'an değişmemiştir ama, Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır.
Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı
Kur'an'dır ama, Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a sahâbe gibi
yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât
veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ
canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin
altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil;
bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir ama,
çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri
olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet
ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve
değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir?
Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır;
referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine
yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır
beklemektedir.

Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın
kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa
beklenemez. "Kur'an şifâdır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet,
44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal
kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır.
Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel
bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından
açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.

Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi;
anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı,
zaten onu yaşamak içindir. "İşte bu Kur'an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır.
Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki
merhamet olunasınız." (6/En'âm, 155) Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden
yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için
öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. "Allah, şu Kur'an'la amel eden
toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır." (Riyâzü's-Sâlihin
ve Terc. II, 341).

Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat
edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan
da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. "Benim zikrimden (Kur'an'ımdan) yüz
çeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayât ve geçim sıkıntısı
vardır." (20/Tâhâ, 124).

Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayâtında
ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri
vardır. Yok sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da
fertlerin irâdelerine ve toplum hayâtının akışına yön vermiyorsa onun
mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi
iman ve amel hayâtımıza uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:

Yüce Allah'ın varlığına, birliğine,
yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna
inanmamızın hayâtımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve
yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal
hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik
hayâtın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen Allah'ı fiil
ve hayâtımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki
değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da
haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma'bud
edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen
prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.

Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah'a
ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde
kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî, ailevî ve
ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'an-ı Kerim,
düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve
ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. "Ümmetimle
ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır.
Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat
Allah'tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar
için Allah'a bir nevi şirk koşmak olacak.)" (İbn Mâce, Hadis no: 4205)

Allah'ın yanısıra ilâhlar tanımak,
bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir
ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle
kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve haramlarla
çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur'an-ı
Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu
şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz kılınız" emri
gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât veriniz" emri
gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi
haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün mü'minleri iman
saflarında savaşmaya hazırlamıştı.

Kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü'mini,
Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayâtı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve
hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik
ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki,
Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber'in
önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya
sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin
putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıl-dığı modern câhiliyette yaşıyoruz.
Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur'an'a
yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup
yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayâtımıza geçirmeliyiz.
"(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı
gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa
eresiniz.)" (20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155). Kur'an gölgesinde hayâtını
sürdüren canlı Kur'an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki
etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur'an'ın
aldığı tavrı alan hamele-i Kur'an olan mü'minler, câhiliyye ile tüm bağlarını
koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini
sürdürmelidirler. O zaman Kur'an'ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı,
câhiyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile,
mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete
ulaşacaklardır.