Fecir | Konular | Kitaplar

Nakşîbendîliğin, Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri

Nakşîbendîliğin

Nakşîbendîliğin, Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri:

Nakşî Tarîkatı, yüz yıllardır
bu coğrafyada yaşayan insanların üzerinde top­lumsal açıdan çok yönlü ve
silinmez etkiler bırakmıştır. Bu tarikat, toplum psikolojisini son yüz elli yıl
boyunca yönlendiren en önemli faktörlerden biri olmuştur. Onun için etkilerinin
boyut­ları gerçekten incelenmeye değer.
Hiç kuşku duymamak gerekir ki,
Türkiye'de toplumun özellikle din an­layışını şekillendiren temel faktör
Nakşîbendîliktir. Çoğunluğun, Sünnî Müslümanlardan oluş­tuğu kanâatine karşın,
Türkiye'deki Sünnîlik anla­yışı, Nakşîbendîliğin et­kisi altında, Sünnî âlemin
din anlayışından bir hayli farklıdır. Kur'an'dan uzaklaşan bu ilginç din
modeline, günümüzde "Ortodoks Türk Sünnîliği" adı yakıştırılıyor olsa bile onun
ortodoksluğu da Sünnîliği de tartışılabilir niteliktedir. Çünkü müslüman
olduklarını ileri süren Türkler'in dinsel anlayışı gerçekte ortodoksî değildir.
Yani dondurulmuş fıkhî içtihatlara dayalı klasik Arap Sünnîliği ile de tam
anlamıyla örtüşmez. Hele evrensel İslâm eksenine dayalı ve Kur'an merkezli bir
İslâm anlayışı hiç değildir. Tam tersine Türkler'in İslâm'a yaklaşımı bin yıldan
beri heterojen bir karakter arzetmektedir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın,
râbıtaya dayanan "şahısperest" kültürü, top­lumun hemen bütün kesimlerini etkisi
altına almıştır. Özetle denebilir ki halk, farkında olsun veya olmasın, topyekûn
Nakşîbendîleşmiştir. Büyük ihtimalle bu yüzdendir ki "Merdümperestlik" anlayışı,
materyalist gruplar arasında bile yayılabilmiştir. Toplumun büyük kesimi esasen
eskiden beri kadavracıdır. Türkiye'de ölüme ve ölüye bakış açısı çok farklıdır.
Ölüm ve ölü, bu ülke insanının vicdanına dinle imanla yoğurulmuş olarak
kazınmıştır. Bu toplumda ölüme; Allah'ın takdiri ile canlı varlıktaki hayatî
fonksiyonların bir daha tekrarlanmamak üzere bu dünyada sona ermesi şeklikde
inanan insan sayısı çok azdır. Nitekim, ölen kişi özellikle eğer bir tarikat
şeyhi ya da bir din adamı ise ona, öyle birkaç gün sonra mezarda çözülüp
çürüyecek bir ceset değil, bilakis mor ötesi alemlere, meleklerden oluşan bir
kortej içinde ve rengârenk kanratlarla uçup giden ve gelecekte daima bu
dünyadaki insanlara göz kırpacak olan ulu bir müjdeci, bir şefaatçi, zor anlarda
himmet elini uzatacak bir "evliyâ" ve cennetin Osmanlı efendilerinden biri
olarak inanılır!
Türkiye'de din, işte bu eksene
dayalı olarak yapılanmıştır. Onun için dindar kesim, Kur'ân'a ve Sünnet'e göre
değil, tam tersine tarîkat şeyhleri tarafından, (ya da -mahallî deyimle-
"evliyâlar" tarafından) şekillendirilmiş bir İslâm'ı ancak kabul etmektedir.
Dinden kopuk yığınlar da kendi inanç ve ideolojilerini bilim tarihine geçmiş
bulunan felsefe ve teorilerle değil, aksine tanrılaştırdıkları liderlerinin
kişisel görüşleriyle ifade etmeye çalışmak­tadırlar. Bu toplumda, insanı
tanrılaştırma inanışlarından uzak kalabilmiş olanlar ise yalnızca azınlıktaki "hanîf"
müslümanlardır. (Hanîf: Allah Teâla'ya Zatı'nda ve sıfatlarında asla ortak
koşmayan demektir. Çoğulu Hunefâ'dır. Bk. Kur'ân-ı Kerîm: Hanîf kelimesi için:
2/Bakara, 135; 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En'âm, 79, 161; 10/Y$ûnus,
105; 16/A'râf, 120, 123; 30/Rûm, 30. Hunafâ kelimesi: 22/Hacc, 31; 98/Beyyine,
5).
Gerçeği ifade etmek gerekirse
Nakşîbendîlikte din, bir şekiller ve hayâl­ler cümbüşüdür; âyindir; râbıtadır;
tesbihtir; takkedir; cübbedir; kavuktur; sakaldır; çarşaftır; türbedir;
tekkedir; eski yazılarla, motiflerle, figürlerle ve Osmanlıca övgülerle süslü,
koca koca mezar taşlarıdır; Bulutların üstünde uçuşan pembe kanatlı
evliyâlardır; batmadan su üzerinde gezen, yıllarca yemeden içmeden çöllerde
yaşayan "Baba erenler"dir; "mürşid-i kâ­mil"lerdir, vs. Evet Türkiye'deki tüm
tarikatçılara ve aynı zamanda Nakşîbendîlere göre din işte budur.
Toplumun tarîkata bağlı olmayan
diğer kesimleri de bu şekilcilikten bü­yük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle,
Müslümanımsı dindarlara göre de İslâm, yine şekiller ve hayâller kalabalığından
öte bir şey ifade etmemekte­dir. Binaenaleyh onlara göre de İslâm, kocaman
kubbeli dev selâtîn camile­ridir; mevlittir; kandildir; İlâhîdir; mehter
marşıdır; Mohaç Meydan Savaşıdır; İs­tanbul'un fetih yıldönümü kutlama
törenleridir; festir; kılıçtır; tuğrâdır; "kurtçu selâmı" ile birlikte tekbir
çekmektir ve bunların en önemlisi olan şemâil edebiyâtıdır...
İslâm'ın, esasen Kur'ân ve
Sünnet'den ibaret olduğu, onun için bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak
İslâm'dan söz edilebileceği ise hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemekte, hatta
kimsenin, aklına bile gelmemekte­dir! Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve
kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa Türkiye'de dindar
toplumun ölçülerine göre belki Müslüman bile sayılmazsınız. Bu ölçüyü ise
temelde Nakşîbendîlik belirlemiştir.
Nakşîbendî Tarîkatı, halkı o
kadar köklü şekilde biçimsellikle yönlen­dirmiştir ki Türkiye'de hemen herkes,
kutsallığı çeşitli boyutlarda algılamaya ve şekillendirmeye çalışmaktadır.
Toplumun, başlıca dört kampa ayrışmış olmasının temelinde de yine bu mistik
örgütün derin etkileri bulunmaktadır. Ya da başka bir ifade ile, eğer bu olguyu
hazırlamış birkaç neden söz konusu ise bunların, belki de en önemlisi Nakşîbendî
Tarîkatı'dır. İşaret edilen kamplara gelince bunları:
1. Nakşîbendîler;
2. Müslümanımsı
dindarlar: Osmanlıcı, sentezci, sağcı ve gelenekçi muhafazakâr kesimler;
3. İslâm karşıtları:
Solcu, kökten putçu ve liberal sağcılar gibi laik ve materyalist kesimler;
4. Müslümanlar: Kur'ân-ı
Kerîm'e bir bütün olarak inanan ve onun, bir bütün olarak hayata geçirilmesini
vazgeçilmez bir ideal kabul eden mü'­minler diye gruplandırmak mümkündür.
Yukarıda da özetle değinildiği
gibi Müslümanların dışında kalan diğer kampların, özellikle İslâm'a bakış
açıları, bu tarîkatın etkisi altında son şek­lini almıştır. Bu bakış açısının
temel unsurunu "Kutsal lider", ya da başka bir ifade ile "Lider kutsaldır"
kanâati oluşturmaktadır. Bu kanâat, halkın vicdâ­nına âdetâ kazınmış bir temel
inanış biçimini almıştır. Türk antropolojisindeki gerçeklerle daha bilimsel
boyutlar içinde açıklanabilen bu inanış, gerek şeyh­lik kurumu bakımından,
gerekse tarih boyunca Türklerdeki liderlik anlayışı bakımından son derece önemli
bir araştırma konusudur.
Sünnî Osmanlı kesiminin,
Nakşîbendîlikle tanışması ta 1400'lere kadar çıkar Evet, Nâsıruddîn Ubeydullah
el-Ahrâr'ın Kanûnî döneminde Haydar Baba adlı bir öğrencisini İstanbul'a
göndermesiyle Nakşîlik, Osmanlı Toplumuna ilk kez aşılanmıştır.
Nakşîliğin ikinci hamlesi,
Rabbânî'nin mürîdlerinden Murâd el-Buhârî (1640-1720) ta­rafından Şam'da
yapılmıştır. (Bu adamın soyundan gelen altı kişi, birbirlerinin peşi sıra
Nakşîbendî Tarîkatı'nı bölgede yaymaya çalışmışlardır. Buna rağmen tarîkatları,
Araplar arasında pek tutunmamıştır. Bu soyun son temsilcisi Hüseyn b. Ali el-Murâdî
(Öl. 1850) Bağdâdî'nin çağdaşıdır. Onu Şam'a dâvet etmiş, tarîkatının
propagandası için ona yardım etmiştir.)
Fakat bu tarîkatın toplumsal
anlamda yönlendirici etkiler yap­maya başlaması ancak 1800'lerin başından
itibarendir. Doğrusunu söylemek gerekirse tarîkatın, bu tarihlerde
Hindistan'dan, ansızın Irak'a yepyeni bir kisve içerisinde sıçrama yapması ve
oradan da çok kısa bir sürede İstanbul'a kadar yayılarak bütün Anadolu'yu etkisi
altına alması bir rastlantı olmasa gerektir. Siyasetin gizli elleri tarafından,
bu se­naryonun hazırlanıp uygulamaya konmuş olmasında büyük olasılık vardır.
Daha önce de bir nebze anlatıldığı üzere bu tahmini doğrulayan kanıtlar
mevcuttur.
Ancak bu konuda atlanmaması
gereken çok önemli bir olay vardır ki esasen Halidîliğin, XIX. yüzyılın başında
bir bomba gibi patlaması, bu olayla son derece ilişkilidir. Bu olay ise
"Vahhâbîlik" hareketidir.
İşte Nakşîbendîlik, aslında bu
hadiseden sonra Türk toplumuna tam an­lamıyla gizli bir din olarak mal olmuş,
onun âdetâ vicdânına kazınmış, onu bu güne kadar tahmin edilmedik şekilde
etkilemiş ve yönlendirmiştir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın, gerek
Hindistan gibi dünyanın öbür ucundan Irak'a aniden 1811'de sıçrama yapması,
gerek "Halidîlik" kisvesinde yeni bir kim­likle ortaya çıkması, gerek bu isim
altında, Budizm'in bütün malzemele­riyle donanmış olması, gerekse Irak gibi,
tarihin hiç bir döneminde hiç bir inanış ve düşüncenin, asla geniş bir taban
bulamadığı bölgede bir bomba te­siri yaparak en kısa zamanda yayılması ve
özellikle Arap olmayan unsurlar arasında tutunması, ayrıca güneydeki
geliş­melerin tırmanışa geçtiği bir dö­nemde bu olayın cereyan etmiş olması
âdetâ her şeyi özetlemektedir!
Evet bütün bunlara rastlantı
demek inandırıcı değildir. Dolayısıyla bu verilerin ışığında Nakşîbendî
Tarîkatı'nın ve Nakşîbendîlerin o gün­den bu­güne -toplum­sal açıdan etkileri
incelenecek olursa- Ortadoğu coğrafya­sında Şii İranlılar ve Sünnî Araplar
dışında kalan toplulukların, İslâm'a ilişkin düşünce ve ina­nışlarında ne kadar
köklü değişiklikler meydana gelmiş bu­lunduğunu tesbit etmek müm­kündür. Bu
değişiklikler şöyle özetlenebilir:
1. Nakşîlik "tevhîdî
iman" konusunda büyük tahrîbâta neden olmuştur. Önce belirtilmelidir ki,
İslâm'ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya (Kur'ân-ı
Kerîm'de bize kendini tanıttığı sıfatla­rıyla) inanmaktır. Bu inancın özü ise,
kâinâtın yaratıcısı, yöneticisi, yön­lendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce
Allah'ın, bir, eşsiz, benzersiz, ortak­sız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve
ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duy­duğu ve her şeye
egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bu­nunla birlikte Allah
Teâlâ'nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiç bir kimsenin ve herhangi
bir gücün hiç bir halde asla etkili olamayacağıdır! Dolayısıyla, yaratığın neden
olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah (cc) tarafından yönetilen kainât
düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana
gelebilir.
Gerçek bu iken baştan beri
anlatıldığı üzere, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla
"ermişlik" diye bir inanç peydahlanmış, böylece "evliyâ" diye -sözde- üstün
güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâ­inat olaylarına yön
verebildiklerine inanılmaya başlanmıştır! Tabiatıyla, bu inanış biçiminin
doğmasında ve yayılmasında hem çok çeşitli nedenler ve güçler etkili olmuştur,
hem de epey eski bir geçmişi vardır. Ancak son iki yüz yıl içinde oluşan
"evliyâcılık" birikiminin arkasındaki en büyük güç ve kay­nak Nakşîbendî
Tarîkatı'dır.
Nakşîbendîlerin etkisiyle
Türkiye'de çok geniş bir "Laik-Dindar" sınıf oluşmuş­tur. Evet, Türkiye'de bütün
"dindar" kesimler, Nakşîbendîlerin etkisiyle bü­yük ölçüde laikleş­miştir.
Bunlar da İslâm'ı, aynen laikler gibi sırf bir âhiret dü­şüncesi, bir mâbet ve
mezarlık dini, vicdâna hitap eden bir Allah-kul ilişkisi olarak
algı­lamaktadırlar! Bu insanlar, İslâm'ın doğallığından ve sadeliğinden se­bep,
rûhânî susa­mışlıklarını gide­rememekte, bir türlü tatmin olamamakta­dırlar.
Başka bir ifadeyle, İslâm'daki ibâdetlerin şekil ve miktarını, psikolo­jik
olarak azımsa­makta, bu yüzden de tarîkatın bitmez tükenmez âyinle­riyle,
meditasyonla­rıyla ve Allah (cc) adına yetkili sandıkları ölülere yal­varmak
sûretiyle do­yuma ulaşmaya çalışmak­tadırlar. "Dindarlar"ın, Müslüman­lardan
farklı bir çizgi izleyerek, özellikle son yıllarda laik ve ma­teryalist
ke­simlerle her alanda işbirliği ve dayanışma içinde bulunmaları, onlarla böyle
bir ortak noktaya sahip bulunduklarını kanıtlamaktadır. Nitekim geniş Nakşîbendî
cemaatlerinin desteği sâyesinde devlet yönetimi putçu laiklerin tekelinde devam
etmektedir. Temelde kar­şıt, hatta düşman olan bu iki kutup arasın­daki
yakınlaşma ortamını hazır­layan faktör ise put­çulara ilham kaynağı olan
Nakşîbendî Tarîkatı'nın poli­teist felsefe­sidir.
Nitekim laiklerin de son
yıllarda putçuluğu Nakşîbendîlerin etkisiyle icad ettiklerine ihtimal vermek
mübâlağa sayılmaz. Çünkü 1950'lere kadar putçuluk diye bir akım yoktu. Laik ve
materyalist azınlık, sırf maddeci bir yaşam tarzının sıkıntısını yaşıyorlardı.
Mânevîyatsızlığın stresi altında bu­nalan bu insanlar, aynı zamanda çoğunluktan
tamamen kopuk kalmış ol­manın ve iç dünyalarını serinletecek hiç bir moral
değere sahip bulunama­manın kompleksi ile eziliyorlardı. Allah'dan başka
birtakım ilâhlar edin­menin hiç de zor olmadığını, üstelik ülkenin en "dindar"
kesimlerinin bile bu yolu seçmiş bulunduklarını görünce onlar da benzer bir
tercih yaptılar. Hatta bu tercihe tamamen dinî bir nitelik bile kazandırdılar.
Bunların, il­hamlarını tasavvuftan, tarîkat anlayışından ve özellikle epeyce
yaygın bu­lunan Nakşî Tarîkatı'nın râbıtasından almış olması ihtimali çok
büyüktür.
Putçular, -sözde- "Lidere
saygı" adı altında düzenledikleri törenlere is­tedikleri kadar "Dinle hiç bir
ilişkisi yoktur; Son derece resmî ve seküler bir atmosfer içinde yapılan
törenlerdir; dünyevî bir saygıdan ve saygı duru­şundan asla ileriye gitmez"
desinler; evet istedikleri kadar bu savı ileri sürsünler, onların başta
kendileri bile buna asla inanmamaktadır! Üstelik hem psikolojik açıdan hem de
İlâhîyat felsefesi açısında bu konu incelendi­ğinde, bakınız ne gibi sonuçlar
elde edilmektedir.
Her şeyden önce saygı, sevgiden
çok farklı bir psikolojik olaydır. Sevgi, tamamen doğal ve içgüdüsel bir
olaydır. Bir şeyi sevdiğiniz za­man duygularınız otomatik olarak harekete geçer
ve belirtileri kendiliğin­den ortaya çıkar. Onun için insan, ne kendini
zorlayarak, ne de başkası tara­fından zorlanarak bir şeyi sevebilir. Bunu asla
yapamaz. İnsan, herhangi bir nedenle sahte bir sevgi gösterisinde bulunsa bile
bunu uzun zaman sürdü­remez. Ayrıca se­ven insan, sevdiğini içinden inkâr
edemez. Yani kendi kendini ya­lanlaya­maz. Bu nedenledir ki çok küçük çocuklar,
hatta bebekler bile sevme olayını gâyet çarpıcı şekilde yaşarlar. Buna karşın
saygı gösterme­sini, önceleri bile­mezler, bunu daha sonra öğrenirler.
Saygıya gelince, bu duygu, daha
çok telkin ve sürekli eğitim yollarıyla insanda âdetâ bir şartlı refleks haline
gelen ya da getirilen sırf yapay ve son­radan kazanılan bir psikolojik
uyarılmadır. Bu nedenle saygıyı en çok iki kısma ayırmak mümkündür.
Birincisi: Özellikle,
sahip bulunduğu yaptırım gücü sâyesinde yakın ge­leceği tehdit edebilen bir
otoriteye karşı insanın duyduğu saygıdır. Önemle belirtmek gerekir ki bu saygı
korku ile karışıktır ve gerçek bir saygı değildir! Buna "Heybet" demek daha
doğru olur. Baskı altında ve belâdan kurtulma karşılığı olarak gösterilen askerî
ve resmî saygılar bu türdendir. Bu saygının ahlâkî hiç bir değeri yoktur. Bunun
adı takiyyedir. Yerine göre nifâk sayılır, bazen de başvurulan zorunlu bir çare
olur.
İkincisi ise: Hiç
karşılıksız ve salt bir yüceltme duygusudur. İmanla ilin­tili saygı kavramı,
işte bu duyguyu ifade eder. Buna da "İmânî Saygı" demek isâbetli bir adlandırma
sayılmalıdır. (Kur'ân-ı Kerîm'in, mü'minleri dâvet ettiği saygı budur. Bk.
Kur'ân-ı Kerîm, 22/Hacc, 30, 32). Dolayısıyla putçuların "Saygı Duruşu"
dedikleri şey, sürekli telkin ve propagandalarla yaratılan yapay bir sevginin,
"İmânî Saygı"ya dönüştü­rülmüş eylemsel şeklidir, kesinlikle dinsel bir nite­lik
taşır. Nitekim her dine bağlı insanlarda, kutsal değerlere karşı var olan saygı
duygusu bu şe­kilde oluşmuştur. Onun için eğer bu saygı biçimini birinci
kısımdan göste­rerek, bunu heybetlenmek diye nite­lemeyi deneyecek olursanız,
putçuların şiddetli tepkilerine he­def olabilirsiniz! Bu gerçek ise onların,
"Saygı Duruşu" diye niteledikleri gösterinin asla seküler bir olay olmadı­ğını,
tam tersine en yüklü ve en gör­kemli biçimiyle bir âyin örneği olduğunu tüm
bi­limsel açıklamalarıyla ortaya koymaktadır. (Bunun aksini bilimsel olarak
kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim hiç bir putçu, bunu asla denemeyecek,
denemeyi bile göze alamayacaktır!)
Üstelik putçular bu kadarıyla
da yetinmiş değil, bilakis Türk Nakşîbendî­liğinin etkisi altında inanışlarını
tam bir din sistematiği içinde kurumlaş­tırmış­lardır. Günümüzde kökten putçuluk
akımı, tapınağıyla ibâdet şekille­riyle âyinle­riyle, en az Nakşîbendî Tarîkatı
kadar dinsel ve mistik bir nitelik kazan­mıştır.
Türk putçularının âyin şekli
şöyledir: "Ti" anonsu ile başlayan âyin, son derece rûhâni bir atmosfer içinde
icrâ edilmektedir. Putçuların bu sırada belli bir düzen içinde âyine
ka­tılmaları, ayakta hiç kımıldamadan ve hiç konuşmadan belli bir süre
dur­maları, bu törenlerin tamamen dinî olduğunu yansıtan çok kesin kanıtlar­dır.

Ayakta duruş sırasında hiç bir
duâ okunmadığı için bunun bir ibâdet sa­yılamayacağını savunan putçulara
verilecek en güzel cevap, Nakşîbendî Tarîkatı'ndaki rabıtâdır. Çünkü mürîd de
râbıta sırasında hiç konuşmamakta, hiç bir şey okumamakta, hatta
kımıldamamaktadır. Ayrıca hemen her dinin bazı ibâdetlerinde de bu tür örnekler
mevcuttur. Nitekim cemaatle kılınan namazlarda ve kıyâm sırasında İslâm
mezheplerinin bazılarına göre de İmamdan başka kimse bir şey okumaz.
Görüldüğü üzere Nakşîbendî
Tarîkatı, daha çok râbıtanın geniş kitleler üzerinde uyandırdığı psikolojik
etkiyle bu cemaatin dışında kalan, hatta kar­şısında tavır alan kamplara bağlı
insanlara bile dolaylı olarak ilham kay­nağı olmuş, onları bu derece
yönlendi­rebilmiştir!
Nakşîbendî Tarîkatı, çok yönlü
sosyal, kültürel ve ahlâkî yıkımlara zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak denebilir ki,
gerek Nakşîbendî Tarîkatı, gerekse, onun et­kisi altında son kırk yıl içinde
oluşan Osmanlıcılık, sentezcilik ve modern Türk putçuluğu, etkileşerek ortak
özellik­leriyle Türkiye'de düşünce ve inanç alanında büyük bir kargaşanın ve
teh­likeli bir belirsizliğin her tarafı sarma­sına kaynaklık etmiştir! Hatta bu
kargaşanın somut bir örneği olarak, solcu-materyalist gruplar, çok tuhaf bir
bilinç­sizlik içinde bu gerici oluşumları, "İslâmî cemaatler" sanmış ve -esasen
bunlarla hiç bir ilişkisi bulunmayan- devrimci-ilerici Müslümanları son yıllara
kadar hemen her fırsatta acımasızca hedef seçmişlerdir!
Şaşırtıcı bir gerçek de şudur
ki Türkiye'de Müslümanların dışında kalan hemen herkes, (hatta solcular bile)
İslâm'ın hiç bir ölçüsüne uymayan fakat İslâm'dan sanılan çeşitli inanış ve
düşünceler benimseyerek, akıl almaz bir "dindarlık" yarışı içine girmişlerdir. O
kadar tuhaftır ki bu insanlar, aynı za­manda laikliğe ve laik düzene bağlı
olmalarına rağmen inanış biçimlerinin İslâm'a uyup uymadığını hiç değilse
kendileri gibi laik devlete bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı'na sorma
ihtiyacını bile duymamaktadırlar. Bu ne­denle de Türkiye'de hemen her kişiye
göre bir İslâm modeli ortaya çıkmış­tır.
Ülkede egemen olan bu ortam,
en­dişe verici sancılar taşımaktadır! Çünkü toplumun, en büyük ortak moral
değerleri İslâm'a âittir. İslâm'ın tertemiz vücudu üzerinde Nakşîbendîliğin,
modern putçuluğun ve diğer gerici akımların -özellikle etkileşerek- sosyal,
kültürel ve ahlâkî yapı üze­rinde neden olduğu yıkım ise büyük yaralar açmıştır!
Yakın gelecekte bu ya­raların, tahmin edilemeyecek komplikasyonlara yol
açmasında hiç kuşku­suz bu tarîkatın çok büyük sorumluluğu bulunacaktır.
Yaşanan bu karmaşanın eğer
tarihî nedenleri üzerinde çok ciddî, kap­samlı ve analitik bir inceleme
yapılacak olursa bu farklı din anlayışlarının, daha doğrusu İslâm'ı, genelde
İslâm dışı açıklamalarla anlamanın, te­melde kültürel yoksulluktan kaynaklandığı
görülecektir. Mistik ya da putçu ina­nışlar, bu alandaki boşlukları
doldurmuştur. Özellikle İslâm'ın dilini bilememenin yol açtığı kültür
fukaralığı, bir yandan vicdanları yönlendiren aracı bir sınıfın oluşmasını
hazırlamış, - ki bunlar din adamları ve tarikat şeyhleridir- diğer yandan halkın
rûhânî eğilimlerini zamanla azdır­mıştır. Dolayısıyla din kav­ramı, belli bir
coğrafya üzerinde yaşayan toplumlarda evrensel anlamını yitirerek koyu bir
rûhânîlik içinde boğul­muştur. Bu toplumların Türkler, İranlılar ve Uzakdoğu'da
yaşayan çeşitli melez yığınlar olduğunu bilhassa burada belirtmek gerekir.
Şu halde râbıta ma­salı ve
benzeri bid'atler, bir bakıma bu kültürel yoksul­lu­ğun doğal birer sonucudur.
Tarihin derinliklerinden gelen bu yoksulluğun geleceğe taşıdığı ve da­ima
taşıyacağı değişmez bir kader vardır ki bu kaderin adı yozlaşmadır; belirtisi de
kimlik bunalımıdır. Türkiye Toplumu, günümüzde bu bunalımın kronik evresini
yaşamaktadır.
Kim ne derse desin, vahyin
getirdiği şaşmaz ve evrensel ölçülere, sü­rekli ve bilinçli bir bağlılık için
toplum çapında el ele veril­medikçe hiç bir zaman herhangi bir önlemle
yozlaşmaya asla engel oluna­mayacak ve yaşa­nan bu karmaşa son bulmayacaktır.
Yozlaşmayı, yıpranmayı, kimlik bunalımını ve mânevî yı­kımları durdurabilmek
ise, hiç kuşkusuz Kur'ân'ın dilini doğrudan anla­makla ve bu yolda bir kültür
zenginliğine kavuşmakla ancak mümkün ola­bilir.
Çünkü Kur'ânî bir kavram olan
"tefekkür"e, -belki de zaman içinde Brahmanizm'den aldıkları ilhamla- râbıta
maskesini giydirenler, çok büyük ihtimalle Kur'ân-ı Kerîm'in dilini de
bilmiyorlardı, yozlaşma­nın ne oldu­ğunu da bilmiyorlardı. Ama bu felâketin,
yüzyıllar sonra değer­leri çarpıtan ve onları yok eden bir erozyon haline
geldiğini aydın insanlar artık çok iyi bilmektedir. Özellikle Türk ulusunun,
tarih boyunca âdetâ pençesi içinde yaşadığı bu canavarı artık iyice tanıması
gerekmektedir.
Râbıtanın, büyük ihtimalle Hind
dinlerinden aldığı mayadan önce te­melinde insan rûhunun karmaşık endîşelerini
taşıyan faktörler de bulun­maktadır. Onun için râbıtayı biraz da bu yönüyle
incelemek gerekir.