Fecir | Konular | Kitaplar

Râbıta "Fenâ fillâh" ve "Nirvana"

Râbıta




Râbıta "Fenâ
fillâh" ve "Nirvana":

 
Fenâ fillâh: Allah'ta fânî
olmak, yani (hâşâ!) Allah'da erimek, O'nunla birleşip kaynaşmak, bütünleşip
ölümsüzleşmek ve sonsuzlaşmak demektir. "Vahdet-i vücûd"la ilintili olan bu
kavram, tasavvufun eksenini oluş­turur; tarîkatın da temel amacı budur.
Bu idealin, tasavvuf
literatüründeki açıklaması ise son derece dolambaç­lıdır. Onun için "vahdet-i
vücûd" düşüncesine dayalı konular işlenirken çok kapalı üslûplar kullanılır.
Bunu, elbette ki zorunlu kılan sebepler var­dır. Bunların en önemlisi, kültür
düzeyi çok farklı iki sınıf insanın, tarîkat çatısı altında genelde yüz yüze
gelmesidir. Söz konusu iki sınıftan biri rûhânîlerdir. Yani şeyhler ve onların
emrindeki mollalar ve halîfelerdir. İkinci sınıf ise câhil mürîd takımıdır.
Mürîd ke­simi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerini ge­nelde aile içinde ve câmide
kaza­nır. Bu bilgiler, "Âmentü"nün şartlarıyla basit olarak sınırlıdır. Bu
nedenle onların Allah'ı tanıma şekli şeyhlerin­kinden çok daha farklı ve hatta
büyük ölçüde Kur'ânîdir.
Onun için bir şeyhe bağlanan
eğitimsiz mürîd, tasavvufun uzun ve karmaşık yorumlarına, "vahdet-i vücûd",
"vahdet-i şuhûd", "mükâşefe", "istiğrâk", "fenâ" ve "bakâ" gibi çeşitli
mistik-felsefî kavramlara ilk başlarda çok yabancıdır ve ge­nelde ömürlerinin
sonuna kadar onlara bu konularda en ufak bir sır sızdı­rılmaz!
Tasavvuf kitaplarına gelince
Hallâc-ı Mansûr, Ferîduddîn-i Attâr, Muhiddîn-i Arabî ve Abdulkerîm el-Ciylî
gibi ancak parmakla sayılabilecek kadar çok az kimse eserlerinde cesâretle ve
açık yüreklilikle kanâatlerini açıklamış, diğerlerinin hemen tamamı, özellikle
"vahdet-i vücûd" konu­sunda amaçlarını son derece kapalı anlatımlarla
geçiştirmişlerdir. Onların -herhalde- doğabilecek büyük tepkilere karşı bu yolu
izledikleri anlaşılmak­tadır. Ancak ne ilginçtir ki bazı tasavvufçular bu
konudaki görüşlerini bü­yük bir cesaretle ve gâyet açık ifa­delerle ortaya
koymuş olmalarına rağmen onlardan sonra gelen birtakım ta­savvufçu mollalar, ya
da duygusal entelektüeller bunların bütün sözlerini ısrarla farklı yorumlamaya
ve onların Kur'ânî anlayışa uygunluğunu hara­retle savunmaya çalışmışlardır ki
örne­ğin Ömer Ferîd Kam bunlardan biri­dir.
Peki öyle ise tarih boyunca
tasavvufçularla İslâm âlimleri arasındaki bitmez tükenmez kavganın esas konusu
olan "vahdet-i vücûd" düşüncesi­nin ve bu düşüncenin bir parçası olan "fenâ
fillâh" kavramının içyüzü nedir?
Önce şunu belirtmek gerekir:
Eskiden beri bu mesele etrafında o kadar uzun tartışmalar yapılmıştır ki onları
burada özetlemek bile imkânsızdır, aynı zamanda konumuzun dışındadır. Fakat şu
kısa açıklamayı yapmakta yarar vardır:
"Vahdet-i vücûd" düşüncesi,
tasavvufçular tarafından "varlığın birliği" ola­rak ifade edilir. Onlara göre
tüm varlıklar esas itibariyle birdir. Ancak bu bir­liğin bir dış yüzü, bir de iç
yüzü vardır. İç yüzü bir nurdur ve bu nur, bü­tün kâinâtın, bütün eşya ve
olayların ruhudur. Kâinâtta ne var ne yok hepsi bu ruhtan fışkırmış ve ortaya
çıkmıştır. Bu ruh, zâtî bir olgunluğa ve aşkın bir bilince sahiptir.
Tasavvufçular, -büyük
ihtimalle- Kur'ân-ı Kerîm'in el-Hadîd Sûresi'­nin üçüncü âyetini yorumlayarak bu
kanâate varmışlardır. Dolayısıyla onlara göre "vücûd birdir" ve "âlemde Allah'ın
vücudundan başka vücûd yok­tur." Bunu "lâ mevcûde illâllah" diye ifâde ederler.
Fakat bu görüş, Kur'ânî anlayışla birçok yönden çelişmektedir. Örneğin Kur'ân'a
göre, Allah Teâlâ hiç bir şeye benzememektedir. Halbuki "vahdet-i vücûd"un arka
planına dikkat edilirse oradaki izaha göre: "Heme O'st", yani "her şey O'dur" Şu
halde (her şey, Allah ile birlikte bir bütünlük oluş­tur­duğuna göre) O'nun bu
kez her şeye benzemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim: "(Allah Teâlâ'nın Zatı da
dâhil) kâinatta ne varsa hepsi bir vücû­dun parçalarıdır." şeklinde
özetlenebilen "vahdet-i vücûd" inancının üze­rin­deki kapalılığı büsbütün
kaldıran bazı tasavvufçular, "Köpek ve domuz da ilâhımızdır." (Bk. Abdurrahman
Abdulkhâlık, El-Fikru's-Sûfiyyu fî Dav'il-Kitab'i Ve's-Sunneh, Üçüncü Baskı, s.
153, Tarihsiz, Kuveyt) diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu
dü­şün­cenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklı­ğıyla
ortaya koymuşlardır.
Bu ise tam anlamıyla panteist
bir görüştür ve vahdet-i vücûdçuların, bu iki anlayış arasında büyük farklar
bulunduğuna ilişkin yaptıkları itiraz­lara rağmen hiç bir fark gözükmemektedir.
Panteizmin en kısa özeti ise
şöyledir: "Allah ile tabiat iki bağımsız varlık olmayıp, iki şekilde beliren tek
vü­cuttan ibârettir."[1]
"Vahdet-i vücûd"un da (bizzat sûfîlerden naklen) özeti şöyledir: "Mevcûd olan
bir mümkinin vücûdu kendi vücûdu olmayıp belki başka bir mevcûdun o mümkinde
ortaya çıkan vücûdudur."[2]

Görüldüğü üzere bu iki açıklama
arasında içerik bakımından hemen hiç bir fark yoktur. Ancak ne korkunç bir
çelişkidir ki,  bu her iki açıklama da ("vahdet-i vücud" düşün­cesi ile
Panteizmin, birbirinden çok farklı şeyler olduğunu ileri süren ve bu yüzden
onları karşılaştırmaya çalışarak -sözde- "vahdet-i vücud"un Kur'ânî bir hakikat
olduğunu savunmaya çalışan) Ömer Ferit Kam'a âittir!
"Fenâ fillâh"a gelince bu
ideal, esasen "vahdet-i vücûd" düşüncesinden doğmaktadır. Bu düşünceye göre
insan da -tüm varlıklar gibi- kâinâtın rûhu olarak nitelenen Allah'dan
peydahlanmış ve sonunda da O'na dönecek ve O'nunla bütünleşecektir. Bu nedenle
insanın, Allah'ı yakından tanıması ve O'na âşık olması(?) gerekmektedir.
İnsanın Allah'ı tanımasına, tasavvuf dilinde "marifetullah",
O'na aşık olmaya da "Aşk-ı İlâhî" denir. İşte tasavvufun önerdiği mistik hayat
ve bu hayatın, -tüm çileleriyle ve kurallarıyla- insan için amaçladığı şeyler
özetle şöyle sıralanabilir:
1. Önce bir mürşide,
(yani bir şeyhe ) bağlanmak;
2. Şeyhin emir ve
denetimi altında mistik egzersizler yapmak ve Allah'a âşık olmayı öğrenmek;
3. Yine şeyhin denetiminde çilelerle, zikirlerle,
çeşitli âyin ve râbıtalarla "mârifetullah"a ermek,  (yani Allah'ı keşfedip
tanımak);
4. Önce şeyhde, sonra
peygamberde, ondan sonra da Allah'da eriyip gitmek, O'nunla yeniden birleşip
bütünleşmek ve sonuç olarak ölümsüz­leşmek.
İşte "fenâ fillâh" budur ve
tabii Nakşîbendîlik -sözde- mürîdi bu merte­beye ulaştırmak istemektedir. Bunun
da yolu "riyâzet" ve "çile" adı altın­daki mistik eğitim sisteminin en önemli
halkası olan râbıtadan geçer. Dolayısıyla tekrar râbıtaya dönmek gerekir. Çünkü
râbıta-yoga karşılaştırma­sında şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Yogadan
nirvanaya giden yol ne ise, râbıtadan fenafillâha giden yol da odur. Onun için
ne teorik ne de uygulama bakımından aralarında hiç bir fark yoktur. Yoga ne ise
râbıta da odur; Nirvana ne ise fenâ fillâh da odur. Tek fark, bu kavramlara
verilen değişik kültürlere âit ayrı isimlerdir.
Bir kez daha belirtmekte yarar
vardır ki gerek yoga, gerekse râbıta, ikisi de kişiyi sistemli olarak
şartlandırmak ve hayâl edilebilecek en yüceltilmiş ideallere onu inandırmak için
kendisine uygulanan birer alıştırma şeklidir. Öyle ise temel bakımdan ikisi de
birer araçtırlar. Hatta belli bir eğitim sisteminin sa­dece birer
aşamasıdır­lar. Nasıl ki yoga egzersizleri ile yoginin "nirvana"ya hazırlanması
amaçla­nıyorsa, aynen öylece mürîdin de "fenâ fillâh" mertebe­sine ulaşabilmesi
için ona ilk başlarda râbıta yaptırılır. Tarîkat metinlerinde, râbıtanın tek
başına, mürîdi amaca ulaştırabileceği açıkça ifade edilmiştir.[3]
Yine tarîkatın doktrinine göre
mürîdin amaca ulaşabilmesi için önünde üç aşama vardır. Bunlar, (yukarıda özetle
işaret edildiği gibi) sırayla:
1. "Fenâ fi'ş-şeyh":
Şeyhte eriyerek onunla bütünleşmek;
2. "Fenâ fi'r-Rasûl":
Peygamberde eriyerek onunla bütünleş­mek;
3. "Fenâ fillâh": (hâşâ
!) Allah'ta eriyerek onunla bütünleşmek.
Dikkat edilirse bu sıralama,
tarîkatın, mürîdi İslâm'ın evrensel atmosfe­rinden alıp onu çok özel bir çizgiye
yerleştirme konusunda oldukça sistema­tik bir rûhânî süreç belirlediğini
göstermektedir! Bu özellik aynen yogada da vardır.[4]
Dolayısıyla yoganın amaçladığı
"nirvana" ne ise, râbıtanın da amaçladığı "fenâ fillâh" odur.

 



[1]
Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 18. Ankara, 1994.



[2]
A.g.e., s. 86



[3]
Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe s.. 10, Beyazıt Devlet Kütüphânesi
No. 243435 istanbul-1923



[4]
El Yoga,  J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan 1988