Fecir | Konular | Kitaplar

Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi

Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi




Râbıtanın Şartları
ve Uygulanış Biçimi:

 
Bilindiği üzere her tarîkatın
kendine özgü birtakım kuralları vardır. Bunlar âdetâ birer kanun gibi, daha
doğrusu "Allah'ın ya da Peygamber'in birer emri olarak" tarîkat bağlıları
tarafından titiz bir şekilde uygulanırlar. İşte -konumuzun özünü oluşturan-
"râbıta" da bu kurallardan biridir.
Zikrin değişik bir biçimi
olarak da tanımlanan râbıta, Nakşîbendî Tarîkatı'nda şeyh-mürîd ilişkisinin çok
önemli bir halkasını oluşturur. Mürîdin şeyhe mutlak, kesin ve sürekli
bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın belli zamanlarda, belli
uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarîkatın bir cemaatinden diğerine küçük
farklarla icrâ edildiği ise bir gerçektir. Genelde "Hatm-i Hâcegân" adı altında
uygulanan zikir merasimi sıra­sında halka şeklinde oturan mürîdler, şeyhin ya da
onun adına "hatm"i yö­neten vekilinin bir işareti üzerine râbıta yaparlar. Bu
işaret, halkada bulu­nanların rahatça duyabileceği orta bir sesle "Râbıta-i
Şerîfe!", "mürşide râ­bıta", ya da benzer bir komuttan ibarettir.
Râbıta, mürîd tarafından "Hatm-i
Hâcegân" âyini dışında ve yalnız başına da yapılabilmektedir. Bu münfe­rid
râbıtanın en çok yapıldığı zaman "Vird"e başlamadan önceki dakika­lar­dır.
"Vird": Şeyh tarafından mürîde
telkin edilmiş ve günün belli saatle­rinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî
ödev demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar
edilmesiyle yerine getirilir. Râbıta ise ondan önce yapılan zihinsel bir
hazırlanmadır.
Gerek sistematik bir âyin
biçimi olan "Hatm-i Hâcegân" merasimi ve tüm ayrıntıları (ki bunlardan biri de
râbıtadır), gerek bu ayrıntılardan her biri, ge­rekse şeyhin rûhânî bir
ödev olarak mürîde verdiği herhangi bir ders, vird, telkin, emir ve tâlimat,
tarîkat protokolünde zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi, ya da herhangi
biri, tarîkatın avam dilinde genel bir tabirle, "zikir"  olarak adlandırılır.
Dolayısıyla râbıta da Nakşîbendî Tarîkatı'nda bir zikir şeklidir.
Râbıtanın uygulanışı sırasında
mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihin­sel durumu ile yer, zaman ve ortam çok
önemlidir. Bu durumları şu şe­kilde özet­lemek mümkündür:
a) Abdestli olmak:
Râbıta yapan kimsenin, özellikle "Hatm-i Hâcegân" halkasında bu­lunu­yorsa -her
şeyden önce- abdestli olması gerekir. Nitekim bu âyin genel­likle sa­bah, ikindi
ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan mürîdlerin hepsi
zaten abdestli olurlar[1]
b) İnâbeli olmak: Yani
mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden bey­'at etmiş
olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde "El almak" da denir. Zaten Nakşîbendîlere
göre bir şeyhe bağlanmayan (Yani daha açıkçası tarîkata gir­meyen) insanın
öncüsü şeytanın ta kendisidir[2]
Şeyhlerden kimisi, aynı
tarîkata bağlı olsalar bile kendisinden el alma­mış bulunanları (yani başka bir
şeyhin mürîdlerini), yönettiği "Hatm-i Hâcegân" halkasına kabul etmez. Bazıları
ise bu konuda herhangi bir ayı­rım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün
kurallarında olduğu gibi bu nok­tada da hemen her şeyhin yorumu ve protokolü
farklıdır. Ancak halkaya oturan mürîd, her ha­lükârda râbıtasını kendi şeyhine
yapar. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre "Tarif
edilen şekilde fenâ ve bekâ mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sâbit olmayan
kimse­ler her ne kadar zikir tâlimine me­zun ve memur olsalar da kendilerine
râ­bıta ettiremezler"[3]
Bu konuda bazı şeyhlerle halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile
cereyan etmiş, hatta önemli bir olay diye yakın tarihin Nakşîbendîlerine âit
kitapçıklarda yer almıştır.
c) Kapıyı kitlemek: Aslında kapının içerden
kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değil­dir. Nakşîbendîlere göre bu, "Hatm-i
Hâcegân" âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız başına bile
yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki -yukarıda da değinildiği
üzere- râbıta, "Hatm-i Hâcegân" âyininin kural­larından biri olduğu için bu
merasimin bir öğesi olarak icrâ edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın
tarihin Nakşîbendî şeyhle­rinden İsmet Garîbullah; "İnâbe böyle ta'lîm etti ol
mâh, / Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh"[4]
mısralarıyla tarîkatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.
d) Ortamı Karartmak:
Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek sûretiyle
ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar özellikle "Hatm-i
Hâcegân" âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan
kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek
sûretiyle de bu ortamı sağlayabilir.
e) "Ters Teverrük" Oturuşu
İle Oturmak: Bunun şekli şöyledir: Şâfiî Mezhebinde, namazdaki son ka'denin
tam tersi olarak diz üstü oturulur; sol ayak dik tu­tulur; (yani topuk yukarıda,
parmak uçları ise yer­de­dir.) sağ ayağın par­mak uç­ları da -köprü gibi duran-
sol bacağın altından bi­raz dışarı çıkarılır. Bu du­rumda sağ baldır tamamen
yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller
namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bu­lunduru­lur. Bu oturuş şeklinin,
yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşîbendî teorisyen­leri tarafından öngörüldüğü
anlaşılmakta­dır.[5]
f) Gözleri Yummak: Gerek
"Hatm-i Hâcegân" sırasında, gerekse mürîdin tek başına yap­tığı râbı­tada gözler
yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsil­cisi, hem de mürîdler aynı
şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dı­şında ve yal­nız başına râbıta
yaparken de yine gözlerini yumar.[6]
g) Nefesi Kontrol Altına
Almak: Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşîbendî
Tarîkatı'nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan "vird"dir,
di­ğeri ise zihinsel zikir olan "râbıta"dır ki her ikisinde de nefes kontrol
altında bulundurulur[7]

h) Sâbit ve Hareketsiz
Durmak: Yakın tarihte Nakşîbendî Tarîkatı'na yeniden şekil verenler, Hatm-i
Hâcegân, zikir, râbıta ve benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin
hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler
çıkar­mamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır. Onlara göre bu tür
davranış­lar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî duyguların doyuma ulaştırılması
olarak nitelenmiştir.[8]
i) Mürşidin Sûretini Zihinde
Canlandırmak: Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı
olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşîbendîlikte "Tarîkat Âdâbı" diye
sıra­lanan kurallar içinde en önemli unsur olarak râbıtadan söz edilirken bu
nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur.[9]

Yapılan açıklamalara ve tarif
şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten
ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikka­tini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde
toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır. Nakşîbendî
Tarîkatı'nın, özellikle yakın ta­rihte oluş­muş Süleymancılık  ve Menzilcilik
gibi bazı kollarında şeyhin fo­toğrafına bakmak sûretiyle de râbıta
yapılmaktadır. Mürîd bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı
kalbinden kendi kalbine bu nurla­rın bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde
canlandırmaya gayret eder.
Râbıta yapanın konsantre
olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, (yani transa geçebilmesi) için onun,
yukarıda anlatılanlara ek olarak -aynen ger­çekmiş gibi- düşüneceği daha birçok
şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşî­bendî yazarlardan biri aynen şu
ifadelerle açıklamaktadır: "Kendinizi vâkıa halinde ölü ve teneşir tahtası
üzerinde, kefene sarıl­mış tasavvur edeceksiniz (...)"; "Mezarda olduğunuz
halde, mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve vâsıta mevkiindeki zatı
düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farzederek ve onun yüce alnına, yani iki
kaşı arasına gözlerinizi dikeceksiniz!"; "(...) o zatın ulu simasına hayâl
hazinenizde yer verecek, onu kalbi­nizde hayâl yoluyla durduracaksınız!"[10]
j) Mürşidin Rûhâniyetinden
İstimdâd Etmek: Râbıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşîbendî
rûhânî­lerine âit mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır.
"Rûhâniyetten istimdâd"ın ne demek olduğuna gelince bu, mürîdin şeyhinden
himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ, ya da
ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur. Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından
çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlar­dan sıyrıldığı ve
işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatın rûhânileri
tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla mürîdin râbıta ya­parken içinden,
şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan him­met ve medet dilemesi
râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.
Bu şartlar bir şeyhten diğerine
çoğalıp azalabilir, yani değişebilir. Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında
veya çalışırken bile virdlerini çe­kebilecekle­rine ve râbıtalarını
yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini ser­best bıraktıkları, daha doğrusu onları
bu durumlarda da boş bırakmak isteme­dikleri bilinmektedir.
Mürîd sık sık şeyhinin veya ona
vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli telkinler alarak râbıta için hazır
hale getirilir. Bu sohbetler bir çeşit şart­landırma seanslarıdır; Son derece de
etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki mürîdin psikolojik durumu,
ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta vaaz dinleyen bir mü'minin
durumundan çok fark­lı­dır. Mürîdin iç dünyasının derinliklerinde bu telkinlerle
o kadar şiddetli et­kiler uyandırılır ki râbıta sırasında o, kendinden geçmiş ve
başka alemlere dalmış gibi olur. Arvâsî'nin tabiriyle: "(...) mürîd, şeyhinin
muhabbet alâkasıyla saatten saate onun renk ve kı­vamı içinde olgunlaşır.
Aksetme sûretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede,
işin nasıl ve ne olduğunu bilmek şart de­ğildir. Kavunun güneş hararetiyle
pişmesi gibi sâlik, mürşidin terbi­yesinde ya­vaş yavaş gelişir. Zamanla bu
gelişme kemâle erer. Rahmânî ne­fesin üflenme­sine istidad kazanır."[11]

Mürşid râbıtası için,
genellikle iki zaman vardır. Bunlardan biri "Hatm-i Hâcegân" âyini sırasında,
diğeri ise her mürîdin yalnız başına yapmak duru­munda olduğu vird  denilen
sözlü zikre başlamadan öncedir. Bununla bera­ber yine her şeyhe göre, râbıtaya
ilişkin zamanlama değişebilir. Esasen tarîkatta zi­kirle râbıta birbiriyle çok
yakından alâkalıdırlar. Geniş an­lamda râbıta da zi­kirden sayılmakla beraber
"Zikir" terimi özellikle sözlü vird için kullanılır. Zikir de râbıta da
tarîkatın temel kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara
göre râbıta zi­kirden çok daha önem­lidir.
İşte râbıtanın uygulanış biçimi
ve şartları hakkında elde edilebilecek en geniş bilgiler bunlardır denebilir.

 




[1]
Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî, Tenvîru'l-Kulûb, s. 511, 512, 520.




[2]
Age.  S. 524, 525; A. Z. Gümüşhânevî, Câmi'ul-Usûl S. 55; Muhammed b.
Abdillâh El-Khânî, El-Behcetu's-Seniyye, s. 4; Ali Behcet, Risâle-i
Ubeydiyye-i Nakşîbendiyye, s. 7, Üniversite Kütüphânesi No. 77258.





[3]
Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi -Osmanlıca- s. 26 -
Sadeleştirilmiş  nüsha, s. 27 N. F. Kısakürek. Beyazıt Devlet Kütüphânesi
No. 243435, Süleymaniye Kütüphânesi, Celal Ötüken, 232.




[4]
Risâle-i Kudsiyye S. 89




[5]
Bk. M. Emin el–Kürdî, Tenvîru'l-Kulûb s. 511; A. Z. Gülüşhanevi, Câmiu'l-Usûl
S. 146; S. Zühdi, Majmûa'tul-Khâlidiyya S. 4; S. Zühdi, Nehcetu's-Sâlikîn S.
30; Ahmed el-Bikâî, Risâle'tun Fi Âdâb'it-tarîka'tin-Nakshabandiyya s. 42




[6]
Bk. M. Emin el-Kürdî, Tenvîru'l-Kulûb s. 512; A. Z. Gümüşhanevi, Câmiu'l-Usûl,
s. 147; S. Zühdî, Mecmûatu'l-Hâlidiyye -Sahîfe'tus-Safâ-, s. 4




[7]
Bk. M. Emin el-Kürdî, Tenvîru'l-Kulûb s. 514.




[8]
Bk. S. Zühdi, Mecmûatu'l-Hâlidiyye (Nehcetu's-Sâlikîn): S. 24.




[9]
Bk. Halid Bağdâdî, Risâletun fî Tahkıyk'ır-Râbita s. 3; Ahmed Ziyâüddin
Gümüşhânevî, Câmiu'l-Usûl s. 146; Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî,
Tenvîru'l-Kulûb s. 512.




[10]
Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi, sadeleştirilmiş  nüsha, s. 10
N. F. Kısakürek.  Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435 - Süleymaniye
Kütüphânesi-Celal Ötüken, 232




[11]
A.g.e., s. 20