Fecir | Konular | Kitaplar

Ribat; Anlam ve Mâhiyeti

Ribat




Ribat; Anlam ve
Mâhiyeti
 
Ribat; İp, bağ, sağlam yapı,
kervansaray, ülke sınırı, sınırda nöbet beklemek demektir. "Sınırda nöbet tutan"
anlamında "murâbıt" şeklinde de kullanılmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de bir âyette,
"savaş için bağlanıp (ribât) beslenen atlar" (8/Enfâl, 60); başka bir
âyette de, "sınırda düşmana karşı nöbet tutmak" (3/Âl-i İmrân, 200)
anlamında kullanılmaktadır. Hadis-i şeriflerde Allah yolunda savaşmak için
atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla beraber[1]
daha çok nöbet tutmayı ifade etmektedir.
Fıkıhçılar ribâtı şöyle
tanımlamaktadırlar: "Ribât, müslümanları kâfirlere karşı korumak için sınırlarda
beklemektir. Sınır ise, halkının düşmandan korkusu olduğu her yerdir. Ribât "ribâtul-hayl"
(at bağlamak)'dan gelmektedir. Süvarilerin atlarını bağlayıp nöbet tutmaları
olayından adını alan ribât, sınırlarda at bulunsun bulunmasın nöbet tutmak için
oluşturulmuş mekânların adı olmuştur[2]

Hadis-i şerifler Allah yolunda
nöbet tutmanın faziletinin büyüklüğünü değişik şekillerde ifade etmektedirler:
Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay'ı oruç ve ibâdetle
geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder.
Kabir azabından da emin olur."[3];
"Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünya ve üzerinde bulunanlardan
daha hayırlıdır."[4];
"Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin
amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar
yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir azabı konusunda emindirler."[5];
"İki göz vardır ki onlara ateş değmez: "Allah korkusundan ağlayan göz ile
Allah yolunda nöbet bekleyen göz."[6]

Ribât başlangıçta sadece
sınırda nöbet tutma işini ifade eden bir kavramken; sonraları, bu işin
kurumlaşmasıyla daha yerleşik ve kapsamlı bir muhtevaya sahip olmuştur. İlk
önceleri ribât cihada hazır halde bulundurulan atların (hayl) bağlandığı ve
ulakların binek değiştirdikleri ve konakladıkları yerlerin adıydı. Cihad
farizasını yerine getirmek, İslâm tebliğini diğer insanlara ulaştırmak ve bu
tebliğe direnen güçlerin tecavüz ve tehditlerinden İslâm yurdunu korumak için
sınırlarda düşmanı gözetlemek ve onun hareketlerini zamanında ve süratli bir
şekilde gerideki kuvvetlere bildirmek kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Bunun için,
İslâm devletinin tehlikeli sınırlarında müstahkem yapılar inşa edildi. Bu
mekânlar aynı zamanda düşman toprakları içerisinde harekâtta bulunacak
müfrezelerin de toplanma yerleriydi. Ayrıca bir düşman saldırısı tehlikesi
sözkonusu olduğu zaman çevredeki halk için ribâtlar bir sığınma yerleriydi.
Ribât, zamanla kendine has bir
mimarî üslûp kazandı. Karşılamış olduğu ihtiyaca göre şekillenen ribâtlar,
sağlam bir savunma suru ile çevrelenmiş içinde silâh ve erzak deposu, ahırı,
mücâhidler için hücreleri, yüksekçe bir gözetleme ve işaret kulesini kapsayan
mustehkem bir mevki olarak inşa edilmekteydi. Ancak, ribâtlar her zaman böyle
gelişmiş yapılar şeklinde değildi. Bazı yerlerde tahkim edilmiş ve bir gözetleme
kulesi bulunan basit sınır karakollarıydılar. Eski coğrafyacılar tarafından
sadece Maveraünnehir'de on binden fazla ribat bulunduğu rivâyet edilmektedir.
Düşman saldırısına karşı açık deniz sahillerinde de çok sayıda ribât vardı. Buna
göre Filistin ve Mağrib'e kadar bütün Kuzey Afrika sahilleri boyunca birbirini
görecek tarzda kuleleri olan ribâtlar bulunmaktaydı. Bu ribatlardaki ateş
kuleleri ile Sebte'den (Cebeli Tarık) İskenderiye'ye bir gece gibi kısa bir
zamanda haber ulaştırılabildiği rivâyet edilmektedir. Öte taraftan Sicilya ve
Malta takım adalarında da ribâtlar vardı. Endülüs'te ise hem sahil şeridi hem de
kara hududu boyunca ribâtlar kurulmuştu.
Filistin sâhillerindeki
ribâtlar müslüman esirlerin kurtarılmaları amacıyla da kullanılmışlardır.
Ribâtlardaki kulelerden yaklaşan hristiyan gemileri gözetlenir ve bunların
taşıdığı müslüman esirler halkın katılımıyla toplanan paralarla fidye ödenerek
kurtarılırlardı.
Ribâtların çoğu ribâtın
fazileti hakkında varid olan hadislere ittiba eden gönüllü müslümanlar
tarafından inşa edilmişlerdir. Aynı şekilde buralarda nöbet bekleyen müfrezeler
de gönüllülerden oluşmakta ve bunlara murâbitûn denilmekteydi. Ancak, bu iş
devleti idare edenlerin görevleri arasında bulunmakta olup, ihtiyaç ölçüsünde
ribât inşa etmek için gerekli faâliyetleri yürütüyorlardı. Ribâtta zaman; nöbet,
eğitim ve ibâdet ile geçirilmekteydi.
Tunus'ta bulunan ve zamanımıza
kadar varlığını koruyan Susa ribâtı, ribât kurumunun eski bütün özelliklerini
taşımakta olup, bir örnek teşkil etmektedir. Bu yapı, dört tarafı duvarla
çevrilmiş, köşelerde ve yanlarda kuleleri yükselen mustahkem bir binadır. Tek
giriş kapısına sahip olan ve içerideki bir merdivenle orta avlusuna inilen bu
ribatın avlusu kapalı revaklar ve hücrelerle çevrilidir. Birinci katına iki
merdivenle çıkılmakta ve avlusunun üç yönü hücrelerle çevrili bulunmakta,
dördüncü tarafta ise mescid yer almaktadır. Birinci katın üzeri düz bir çatı ile
örtülmüştür. 20 m. yükseklikteki işaret kulesinin kapısı buraya açılmaktadır.
Ribâtların en parlak dönemi IX.
asırdır. XI. ve XII. asırlarda ribâtlar cihada yönelik fonksiyonlarını kaybetmiş
ve zamanın sadece zikir ve ibâdetle geçirildiği mekânlar (tekke-zâviye) haline
getirilmişlerdir. Ancak, bu asırlarda hristiyan İspanya ile sıcak savaş halinde
bulunan Mağrib bölgesinde ribâtlar cihada yönelik görevlerini yerine getirmeye
devam etmişlerdir.
Bir kısım ribâtlar, devletin
yol güvenliğini ve kervanların konaklama ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik
kurumlar haline dönüştüler ki, bu yapılar bu fonksiyonlarından dolayı
kervansaray adını aldılar. Selçuklular dönemi, kervansaray tipi ribâtların çokça
inşa edildiği bir dönem olup, Nizamülmülk'ün siyasetnâme adlı yapıtına göre
devletin başlıca görevlerinden biri de bu tür âmmenin hizmetine yönelik yapılar
inşa etmektir.
Kuzey Afrika'da XII. asırdan
sonra ribatlar yavaş yavaş bir şeyhin etrafında toplanan müridleri barındıran
tekkeler şeklini aldılar.
Ribât görevini yerine getiren
kimseler için kullanılan murâbıt kelimesinin çoğulu olan "murabitün" Mağrib'de
kurulan ve temel öğesi cihâd farizasını yerine getirmek olan devlete ad
olmuştur. Abdullah b. Yasin adındaki bir İslâm dâvetçisi, Lamtuna Berberîleri
arasında tebliğ faâliyetinde bulunmuş ve gördüğü tepki üzerine Aşağı Senegalda,
Nijer nehrinde bulunan bir adaya sığınmış ve burada Ribât adını verdiği bir
tekke kurmuştu. Onun ısrarlı çalışmaları sonucu bu ribât özellikle Lamtuna
kabilesine mensup bin kadar savaşçı bir derviş grubun merkezi haline geldi. Bu
mücâhidlerin, Abdullah b. Yasin'e olan bağlılıkları tamdı. Son derece cesur bu
topluluk, murâbıtûn olarak adlandırıldı ve onların kurduğu devlet bu adla
anıldı. Abdullah b. Yasin'in Sanhaca kabileleri arasında giriştiği yoğun tebliğ
faâliyetleri semeresini verdi ve ihtidâ eden büyük kitlelerin sarsılmaz lideri
konumuna gelerek askerî bir gücü eline geçirdi. Arkasından atadığı komutanlar
ile fetih hareketlerine girişti. Murâbıtlar verdikleri başarılı savaşlarla,
devletin hudutlarını Atlas Okyanusundan Tunus'a ve oradan da Endelüs'e kadar
genişletmişler ve hristiyanlarla başarılı savaşlar yapmışlardı.[7]

 




[1]
İbn Mâce, Cihad 14, Edeb 10; Ahmed bin Hanbel, I/12, 395, VI/458




[2]
İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII/356.




[3]
Buhârî, Cihâd 73; Müslim, İmare 163; Nesaî, Cihad 39




[4]
Buhârî, Cihad 73




[5]
Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizi, Fedâilu'l-Cihad 11




[6]
Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 12




[7]
Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 259-260