Fecir | Konular | Kitaplar

Son Söz.

Son Söz

Son Söz

VII. Abbasî halîfesi el-Me'mûn
tarafından mîlâdî IX. yüzyılın başlarında Kur'ân'ın "mahluk" yani yaratık olduğu
yolunda ortaya bir tez atılarak İslâm dünyasında büyük bir fitne başlatıldı.
Tarih okuyanlar, bu fitnenin sonucu olarak nice mâsum insanların katledildiğini
ve ne değerli ilim adamlarının zindanlarda süründürüldüğünü bilirler.
Tarîkatçıların tıpkı râbıta
konusunda yürüttükleri kanâat gibi, onların da felsefî birtakım yorumlarla
ortaya attıkları bu görüş yüzünden yarım yüzyıl boyunca Müslümanları saptırmaya
ve onları çiğneyip ezmeye çalı­şanlar nihâyet günün birinde yanlış bir yolda
olduklarını fark edip yaptıkla­rına pişman olma asâletini gösterebildiler.
Bu pişmanlık ve dönüşün şöyle
de ilginç bir hikâyesi vardır: Ünlü hadis âlimlerinden Ebû Dâvud ve Neseî'nin de
hocası olan Ebû Abdirrahman Abdullah b. Muhammed el-Arzemî,[1]
zincire vu­rulmuş ola­rak zamanın halîfesi el-Vâsık'u Billâh'ın huzuruna
çıkarılır. Dönemin âlimle­rine yöneltilen o uğursuz sorunun aynısı son kez
olarak ona da yö­neltilir: "Kur'ân'ın 'yaratık' olduğunu kabul ediyor musun?!"

Can pazarında bu soru son
fırsattır. Kurtulabilmek için bir kerecik "evet" demek yeter. Fakat ilim ve
fazîlet numûnesi bu büyük insan, ne böyle davranabilecek bir kişiliğe sahiptir,
ne de canı pahasına bile olsa Allah ile arasını bozmaya niyetlidir. Onun için
hiç bir tereddüt ve korku belirtisi göstermeden gâyet rahat bir ruh hâleti
içinde zamanın halîfesinin yanında bulunan Devlet Başkadısı'na, evet ya da hayır
demeden önce şu soruyu yöneltir: "Söyler misiniz lütfen, Hz. Peygamber (s.a.s.),
bu mesele hakkında sizden daha bilgili değil miydi?" Baş kadı, beklenmedik bu
zekice soru üzerine irkilerek: "Elbette daha bilgiliydi" diye sinmiş bir edâ ile
cevap verirken sonucu merakla beklemeye başlar.
Büyük âlim Ebû Abdirrahman, bu
kez de şu soruyu yöneltir: "Peki Hz. Peygamber (s.a.s.), halkı kabul etmeye
zorladığınız bu görüşe insanları dâvet etme imkânına sahip değil miydi?!" Bu son
soru, Baş kadı ve hazır bulunan halîfe'nin kafalarına bir balyoz gibi iner.
Karşılarında insanların, dillerini yuttuğu bu iki heybetli adam, susmak zorunda
kalır ve zincire vurulmuş bu zâtın karşısında dut yemiş bülbüle dönerler. O
dakikadan sonra Müslümanların tepesinde bulunan kara bulutlar artık dağılmaya
başlar.
Şimdi hemen ifade etmek
lâzımdır ki böyle bir dönüş yapma asâletini göstermek için sıra râbıtacılara
gelmiş bulunmaktadır. Zira onlar da çok iyi biliyorlar ki Allah Teâlâ'nın
kesinlikle ve hiç bir sûrette affetmeyeceğini bildirdiği tek suç şirktir.
Şeref-i İlâhiye'ye dokunan bu ağır suç hakkındaki kesin hükmünü bize şu
ifadelerle bildirmiştir: "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette
bağışlamaz, bundan başka­sını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kişi ise
kuşkusuz iftira etmiş -bu yüzden de- büyük bir günaha girmiş olur." (4/Nisâ,
48)
Bunca gerçekleri ortaya
koyduktan sonra geliniz: "Allah ve Peygamber sevgisinin bir uygulaması olarak
râbıtayı, nasıl olur da şirk diye niteliyorsunuz?" diyerek nefsinize, ya
da uzun yıllar sizi şartlandıranlara yenik düşmeyiniz. Çünkü râbıtanın, gerek
kaynak itibariyle, gerek düşünce olarak, gerekse şekil ve uygulama bakımından
İslâm'dan bir unsur olması şöyle dursun, bi­lakis İslâm'a ne kadar aykırı ve
yabancı olduğu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Bu konu Allah'ın lûtfu ve
yardımıyla işbu kitapta yeterince açıklanmış ve belgelendirilmiş bulunmaktadır.

Şimdi ise, yukarıda anlatılan
hâdisede olduğu gibi büyük âlim Ebû Abdirrahman'ın, IX. Abbasî halîfesi, el-Vâsık
ve Baş kadısı'na yönelttiği so­runun aynısını sizlere yöneltiyoruz: "Eğer
İslâm'da râbıta diye bir şey olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.), ümme­tinden bunu
hiç gizler miydi?! Peygamberlerin sıfatlarından biri de sıdk ve emânet değil
midir? Devleti yönetmekten ve orduları sevk ve komuta etmekten tutun da misvak
kullanmaya (yani dişleri fırçalamaya) ve traş olmaya, hatta zevciyet yatağındaki
ilişkiler gibi hayatın en mahrem ayrıntılarına varıncaya kadar hemen her konuda
ümmetini bilgilendiren Hz. Peygamber (s.a.s.), acaba bütün hayatında bir kez
bile olsun, Nakşîlikteki râbıta gibi bir şeyden söz etmiş midir?!"
Ayrıca, Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izinde yürümek gibi bir gayret içinde olan
insan acaba şu sorulara nasıl bir cevap bulabilecektir:
1. Mâide Sûresi'nin
35'inci ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîme­lerinin neresinde, yani hangi
kelimelerinde, râbıta emredilmektedir?
2. Abdest alarak, tenha
bir yerde oturarak ya da kapalı bir alanda ise ka­pıyı kitleyerek, teverruk
oturuşunun tersiyle oturarak, şeyhin şeklini belli bir zaman içinde zihinde
canlandırarak mürîd tarafından uygulanan ve Nakşîbendî Tarîkatında temel bir
kural olan râbıta, Kur'ân-ı Kerîm'in nere­sinde, ya da Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
hangi hadisinde geçmekte veya emre­dilmektedir?
3. "Silsile-i Sâdât"
listesinde adları geçen insanların gerçekten Nakşîbendî Tarîkatı adı altında bir
taşkilat kurdukları bilimsel açıdan kanıt­lanabilir mi? Örneğin Nakşîbendîlerce,
tarîkatın birinci halkası sayılan Hz. Ebûbekr-i Sıddıyk, gerçekten böyle bir
tarîkatın başı olduğunu biliyor muydu ? Bu ko­nuda kesin bir kanıt var mıdır?

4. "Silsile-i Sâdât"
listesinde adları geçenlerden ilk dördü (yani Hz. Ebûbekr, Selmân-i Fârisî,
Kasım b. Muhammed ve Ca'fer'us-Sâdık -radiyallahu anhum- hazerâtı hâriç),
Nakşîbendî rûhânileri arasında en az birinin, bozuk niyetli, câhil ya da ruh­sal
açıdan özürlü bulunmuş olabileceği ihtimali yok mudur? Eğer yoksa bu nasıl
kanıtlanabilir?
5. Yoga meditasyonu ile
râbıta karşılaştırıldığı zaman, aralarında (küçük farklarla) çok büyük bir
benzerlik bulunmaktadır. Acaba bu tamamen bir te­sadüf müdür? Çünkü, (ancak XIX.
yüzyılda bugünkü şeklini alan) râbıtanın, Nakşîbendîlik henüz Hindistan'a
intikal etmeden önce bir kural olarak tarîkatta uygulandığını kanıtlayan hiç bir
belge mevcut değildir.
6. İslâm Dini'nin değil
temel konularında, en ufak ayrıntılarında bile (Kur'ân'a ve Sünnet'e bağlı
Müslümanlar) arasında Asr-ı Saâdet'ten gü­nümüze kadar hiç bir uzlaşmazlık
yokken, râbıtanın, XIX. yüzyılın başların­dan beri Müslümanların tepkisine hedef
olması, bu düşüncenin yabancı ol­duğunu göstermiyor mu?
7. İyi niyetle de olsa
her önüne gelen eğer İslâm'a bir şey ekleyecek olursa İslâm'ın da sonu diğer
dinlerin sonuna benzemeyecek mi? Peki bu­nun sorumluluğu kime âit olacaktır?!
Nitekim İsmâîlîlik, Nusayrîlik, Dürzîlik ve nihâyet Kadıyanîlik ve Bahâîlik
adları altındaki sapık dinler, bu yolu izleyerek İslâm'dan kopmadılar mı?
Dolayısıyla Nakşîbendîlik de bu yolu izliyorsa, "Efendi Hazretleri öyle
buyurdu!" diyerek her söylentiyi kabul etmek doğru olur mu?
"Ben, hamd olsun müslümanım,
mü'minim." diye ikrarda bulunma­sına rağmen râbıtaya inanmış olan ve bu yüzden
de çok ağır bir vebâlin al­tında bulunan her insan bu sorulara cevap bulmak
durumundadır. Müslümanların ise, herhangi bir nedenle bu duruma düşmüş insanlara
ilişkin hayırlı temennileri ancak şu olabilir:
Yüce Rabbimizi, Peygamberimiz,
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'yı ve mürşidlerimizi sevmenin bir
gereği, bir kanıt ve nişânesi olarak "râbıta" denen Hind yogasından alınma bâtıl
düşünceye inanmış kimselerin, bu durumdan Allah'ın lutfu ile kurtulmalarını ve
onların da bize katılarak şu duâda bulunmalarını içtenlikle diliyoruz: "Ey
Rabbimiz ! Bizi doğru yola erdirmişken gönüllerimizi artık saptırma ve kendi
tarafından bize bir rahmet bağışla. Gerçek şu ki Sen sınırsız bağışlayıcısın."
(3/Âl-i İmrân, 8)
Yüce Rabbimizin bu duâmızı
kabul edeceğini, Kitabında gösterdiği yoldan ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
izinden yürümemizi kolaylaştıracağını elbette ki umuyoruz.[2]
Abdülaziz Bayındır, râbıta ve
tasavvufî anlayış ve yorumlara çok daha sert bakar. Bayındır'ın Kur'an Işığında
Tarikatçılığa Bakış ve Duâda Evliyâyı Aracı Koyma ve Şirk adlı kitaplarından
konuyla ilgili bazı özet alıntılar yapalım:
Müşrik, Allah'ı, yeryüzü
krallarına benzettiği için arabuluculuk yapacak ve kendini ona karşı koruyacak
birini arar. Bu, Allah'a yakınlığı olan ve onun geri çeviremeyeceği biri
olmalıdır.
Katoliklerin konu ile ilgili
inançları şöyledir: "Tüm insanların, özellikle de günahkarların lehine Babanın
yanında tek Arabulucu İsa'dır. İsa'nın kendisi aracılığı ile Tanrı'ya
yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter. Çünkü onlara aracılık etmek için hep
yaşamaktadır. Kutsal Ruh'un kendisi de bizim için aracılık eder[3]
Meryem Ana'nın analığı.... bitmemiştir. Yine­lenen arabuluculuğu ile ebedi
esenliğimizi sağla­yan armağanları garanti altına almaya devam etmektedir. Onun
içindir ki, Meryem Ana'ya Ki­lise'de avukat, yardımcı, yardıma koşan,
arabu­luculuk yapan diyorlar[4]
Aynı inanç tarikatlarda da
vardır. Bir Şeyh Efendi ve tarikatının ileri gelenleri ile yapılan görüşmenin
konu ile ilgili bölümü şöyledir:
Mürit: "Bizim Şeyh Efendi'ye
bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolunda­dır. Meselâ bugün mahkemede avukat
tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar dâvâyı ka­zanırlar.
Şeyh Efendi de bizim avukatımız­dır."
Bayındır: "Siz, gizli açık her
şeyi bilen Al­lah Teâlâ'yı hâkimle bir mi tutuyorsunuz? Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "O gün kişi kardeşinden, ana­sından, ba­basın­dan, eşinden ve
oğulla­rından kaçacaktır. O gün her­kesin işi başından aşa­caktır."
(80/Abese, 34-37). Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fır­sat bulacak da sizi
sa­vu­nacaktır.
Ensar'dan Ümmü'l-alâ diyor ki,
muhacirlere kur'a çekilince bize Osman b. Maz'ûn düştü. Onu evlerimize
yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı
ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed (s.a.s.) içeri girdi. O
sırada dedim ki, "Ebu's-Sâib (Osman bin Maz'un (r.a.)'un lakabıdır)! Allah sana
rahmet eyle­sin. Allah'ın sana gerçekten ikramda bulundu­ğuna şahidim." Bunun
üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Al­lah'ın ona ikram ettiğini ne
biliyorsun?" Dedim ki, "Babam sana kur­ban ey Allah'ın Elçisi Allah ya kime
ikram eder?" Hz. Muhammed (s.a.s.) bu­yurdu ki, "Evet ona kaçınılmaz gerçek
geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekli­yorum. Ama ben Allah'ın Elçisi
olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum." Ümmü'l-Alâ dedi
ki, "Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem"[5]

Ama siz şeyhinizin cennete
gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah'ın huzurunda sizi savu­nacağını
söyleme cesaretini bile gösteri­yor­sunuz. Bize şah damarımızdan daha yakın olan
Al­lah'ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avu­kat­lığınızı yapacak olan şeyh,
hâşâ, Allah'ın huzu­runda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargı­lamada hata
mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda oldu­ğunuzu
an­lıyorsunuz değil mi?
Mürit: "Müftülükte bir müftü
ile görüşmek is­t­e­sen araya bir ka­pıcının girmesi, bir kişinin seni müf­tüye
takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yet­kiliyle, bir bakanla pat
diye görü­şebilir mi­sin? işte Şeyh Efendi de bi­zimle Allah arasında bir
vesile, bir vasıta ol­maktadır."
Bayındır: Bize şah
da­ma­rımızdan daha ya­kın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söyle­nebilir. Bu
inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul ara­sına vasıta koymaktır.
Zümer sûresinde buna dikkat çekilmek­te­dir: "İyi bil ki, saf din Allah'ın
dinidir. Onun yakı­nından veliler edinenler: ‘Biz onlara başka değil sa­dece
bizi Allah'a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. işte Allah,
onla­rın aralarında tar­tışıp dur­dukları şeyde hükmünü verecektir. Allah,
yalancı ve gerçekleri örtüp du­ran kimseleri doğru yola sokmaz." (39/Zümer,
3). Bu tür inanışlardan lütfen vaz­geçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metotla
saptırmaktadır. Lütfen bana söyler misin, yaratan, besle­yen, bü­yü­ten ve sana
senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
Mürit: Tabii ki, Allah tanır.
Bayındır: Peki Şeyh Efendi
senin ne­yini Allah'a tanıtacak?
Mürit: ?!

Görüşme, şeyhin yanında
gerçekleşmiş ve o, bu durumu onaylamıştır. Mürit kelimesi ile, ko­nuşmaya
katılan ve tarikatın ileri gelen âlimlerin­den olan kişiler kastedilmektedir[6]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın yakınından, öyle şeye kul olurlar ki, kendilerine ne bir fayda
sağlayabilir ne de zarar verebilir. Derler ki, "Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir" De ki: "Göklerde ve yerde, Al­lah'ın bilme­diği bir şeyi mi
ona haber veriyorsu­nuz?" Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve
yücedir." (10/Yunus, 18)
Allah kime şefaat yetkisi
verirse yalnız on­lar, Allah'ın di­lediği kimse­lere şefaat edebilirler, kendi
dilediklerine değil. "De ki: O şefaat, bütünüyle Allah'ındır." (39/Zümer,
44); "Allah onların yaptık­larını da yapa­cak­larını da bilir. Şefaate
yetkili kıldıkları, onun razı ol­duğu kişilerden başka­sına şefaat edemezler.
Kendileri de onun korkusundan titrerler. Onlardan kim, ‘Ben Allah'a yakını bir
ilâhım" derse, onu cehennemle cezalandırırız. İşte o zalimleri böyle
cezalandırırız." (21/Enbiyâ, 28)
Ebu Hureyre (r.a.) bildiriyor:
"Kabilenin en yakınlarını uyar." (26/Şuarâ, 214) âyeti inince Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı: "Ey
Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah'ın yanında size hiç bir
faydam olmaz. Ey Abdulmenaf oğulları! Allah'ın yanında size hiç bir faydam
olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.
Ey Safiyye, (Rasûlullah'ın halası)! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.
Ey Muhammedi kızı Fatma! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam ol­maz."[7]

Tarikatlara, evliyayı aracı
koyma (vasıta ve vesile) inancı yerleşmiştir. Bunlar kabirleri onun için ziyaret
ederler. Bu konuda şöyle bir hadis de uydurulmuştur: "İşlerinizde ne
yapacağınızı şa­şırdığınızda kabir ehlinden yardım is­teyiniz." Allah Teâlâ
şöyle buyurur: "Allah'ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendi­sine cevap
vere­meyecek kimseleri çağıran­dan daha sapık kimdir? Oy­saki bunlar onların
çağrısın­ın farkında değillerdir." (46/Ahkaf, 5); "De ki: Allah'ın
yakınından bize ne bir fayda ne de za­rar verecek olanı çağıralım da Allah bizi
doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevrilmiş mi olalım? Tıpkı
şeytanların açık arâdıye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, "Bize gel."
diye doğru yola çağıran arkadaşları da olmuş olsun. Onlara de ki, "Doğru yol
ancak Al­lah'ın yoludur. Bize verilmiş emir, alemlerin Rabbine teslim olmamız
içindir." (6/En'âm, 71); "Sana ne iyilik gelse Allah'tan gelir. Sana ne
kötülük gelse kendinden gelir. Seni in­sanlara elçi olarak gönderdik, şahit
olarak Allah yeter." (4/Nisâ, 79); "De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben
kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (7/A'râf, 188)[8]
Sayın H. Kâmil Yılmaz şöyle
diyor: "... Râbıtasız olmaz. Çünkü râbıtanın amacı gafleti kovup kalbin
zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak sûretiyle "râbıta-i
hu­zur"a ermektir. Yani sâlik'in daima Allah'ın huzu­runda bulunduğu duygusuna
ermesini sağlamak­tır. Her an Allah'ı karşımızda görür gibi yaşamak­tır. Bunu
sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah mü­şahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak
için kulun zihnen ve mânen yoğunlaşmasını sağlaya­cak müşahhas bir objeye
ihtiyaç vardır. Tasav­vufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı
olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyh­tir. Sâlik önce bu insan-ı kâmile,
ardından Hz. Rasûl'e ve onun ardından Rabb-i Müteâl'e kalbini rabtetmeli ve bu
sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a varmalıdır. Râbıtaya somuttan soyuta
geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan "Her nerede bulunursa bulunsun
Allah'ın huzu­runda olduğu" duygusunu canlı tutabilmede zor­lanmaktadır. Buna
muktedir olabilenler için râbı­taya ihtiyaç yoktur."[9]

Bu ifadelere göre râbıta,
insan-ı kâmil konu­mundaki şeyhe yapılır. İnsan-ı kâmil, son derece tehlikeli
bir kavramdır. Şeyhi doğrudan doğruya Allah yerine koymaktır. Bunun böyle
olduğunu daha sonra, Sayın Yılmaz'ın Altınoluk dergisine yazdığı bir yazıdan
okuyacağız. Sayın Yılmaz'a göre râbıtanın gerekçesi şu­dur: "... Allah müşahhas
(elle tutulup gözle görülen) (somut) bir varlık değil­dir. Bunu kavramak için
kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir objeye
ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Al­lah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı
olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir..."
Müşahhas, somut olan, gözle
görülen ve kendine dokunulabilen demektir. Tecellî; gözük­mek, ortaya
çıkmak an­lamınadır. Allah'ın tecellî etmesi de Allah'ın gözük­mesi veya gücünün
or­taya çıkması anla­mına gelir. Mazhar, ise ortaya çıkma yeri demektir. Şeyhin,
"Allah'ın en mü­kemmel tecellîlerinin mazharı" olması, "Allah'ın kendinin veya
gücünün en mükemmel şekilde, onun şahsında ortaya çıkması demek olur. Yani
Allah, gözle görülen ve kendine dokunulan bir varlık olmadığından müridin, daima
Allah'ın huzu­runda bulunduğu duygusuna ermesi için kalbini önce; Allah'ın en
mükemmel görüntülerinin or­taya çıktığı "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhe
bağlamasına, zihnini ve hedefini onun üzerinde yoğunlaştırmasına ihtiyaç
duyulur. İşte râbıtanın sebebi budur. Şeyh somut, Allah ise soyut bir varlıktır.
Râbıta sayesinde somuttan soyuta, yani şeyhten Allah'a geçmek mümkün olur.
Bunun daha açık ifâdesi,
müridin Allah'a ge­reği gibi kul olması için, önce şeyhe kul olmasını ve böylece
bir kulluk eğitiminden geçmesini sağ­lamak maksadıyla râbıtanın gerekli
görülmesidir. Bu, müride Allah'ın bağışlamayacağı şirk su­çunu işleterek yaptığı
bütün hayırların yok olma­sına sebep olmaktır. İslâm adına böyle bir şeyi
yapmaktan daha ağır bir suç olabilir mi?
Müridin, önce şeyhe kul
edildiği, "Biz Bilmeyiz Büyükler Bilir" başlığı altında verilen alıntılarda da
görülecektir. Çünkü tarikatta "Mürit, nefsini yaratılmışların en hakiri görecek[10]
ve inanacak ki, Allah ile bitecek işi ancak şeyhinin araya girmesi ile
olacaktır."[11].
O zaman ona yakışan, şeyhine karşı yıkayıcı önünde ölü gibi olmasıdır"[12]
Sayın Yılmaz, yukarıda, râbıta
ile ilgili sözle­rini şöyle devam ettiriyor: "....Sâlik önce bu insan-ı kâmile
(yani şeyhe), ardından Hz. Rasûl'e ve onun ardından Rabb-i Müteâl'e kalbini
rabtetmeli (bağlamalı) ve bu sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a
varmalıdır."
Allah ile kul arasına hiçbir
şey girmemesi ge­rekirken araya önce şeyh, sonra Hz. Peygamber konulmaktadır.
Hz. Peygamber Allah'ın Elçisidir. Elçi, birinin sözünü diğerine ulaştıran
kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirmiş, o da onları bize
ulaştırmıştır. Ne âyette, ne hadiste ne de onun herhangi bir uygulamasında delil
olabilecek bir şey bulunabilir. El­çiyi, elçilik görevi dışında, Allah ile kul
arasında bir arabulucu saymak onu tanrılaştırmak olur. Şeyhe gelince, o olsa
olsa bir öğretmen olabilir. Ona bundan ileri bir vasıf verilemez. Ama yuka­rıda
o, bir tanrı yerine konmuştur. Burada ayrıca, fenâ fî'ş-şeyh, yani şeyh ile
bütünleşme, fenâ fî'r-resûl Elçi ile bütünleşme ve fenâfillah, yani Allah ile
bütünleşme gibi İslâm ile ilgisi olmayan Hint kaynaklı kavram­lar
kullanılmaktadır.[13]



[1]
Bk. Müslim b. Haccâc, el-Kina va'l-Esma' 1/523 Medîne-i Münevvere İslâmî
İlimler Ün. yayını 1984 ; Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy,
Tarikh'ul-Khulefâ s. 369

[2]
Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendîlik, Ekin Y. İst. 1996

[3]
Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 2634.

[4]
Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 969.

[5]
Buhârî, Cenâiz 3

[6]
Abdülaziz Bayındır, Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış, 2. baskı, s.
107-110.

[7]
Buhârî, Vesâyâ, 11

[8]
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 52-58

[9]
H. Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 501

[10]
Muhammed bin Abdullah Hâni, Âdâb, s. 173

[11]
A.g.e., s. 172

[12]
A.g.e., s. 173.

[13]
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 128-131