Fecir | Konular | Kitaplar

Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir

Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir




Tarîkatta Evliyâ
Nasıl Bir Kişiliktir:

 
Sözde "bazı yüce ruhlu
insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gi­zemli güçlere sahiptirler." Bu
kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafın­dan verilen bazı sıfatlar
vardır. "Evliyâ", "Aziz", "Saint", "Surp" ve "Ermiş" gibi...
Kalabalıkların çok büyük saygı
ve bağlılık gösterdiği bu şahıslar, Çile­hâne, Manastır, Savmi'a ve Stupa gibi
özel ve kutsal sayılan mekân­larda "Seyr-u Sülûk", Mücâhede, Çile, Riyâzet ve
Yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak sözde,
"günah­larından arınır ve bir ruh temizliğine kavuşurlar. Bunlar, artık
"Himmet", "Bereket" ve "Tasarruf" sahibidirler, Allah adına, kâinat ve tabiat
olaylarını yönetir­ler." (!)
Müslümanımsı mistiklerce evliyâ
denilen bu insanlar hakkındaki ina­nışlardan bazıları şöyledir:
1. Bunlar masum,
günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal bi­rer kişiliğe sahiptirler.
2. Gizliyi ve özellikle
gönüllerden geçenleri bilirler.
3. Duâları makbûldür; ne
dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4. İslâm ordularının ön
saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
5. En uzak mesâfeleri en
kısa bir zamanda kat ederler vb.
6. Aynı anda birkaç
yerde bulunabilirler. (Tasavvuf terminolojisinde bu tür kerâmetler, "Tayy-i
Zamân ve "Tayy-i Mekân"  tâbirleriyle açıklanır. Bunların mânâsı: Sözde, zaman
ve yerin, evliyâ için katlanarak kü­çülmesi de­mektir. Özellikle "Tayy-i Zamân",
zamanın durması anlamına gelir. Veli olan kişi gûyâ bu sûretle, bir yandan
bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki
zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla (ya da
durdurulmasıyla) evliyâ kişi, örne­ğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye
intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi
olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam
eder. Öyle ki döndüğü zaman örneğin, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ
sı­cacık dur­maktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece bir kaç saniye içinde
ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. "Tayy-i Mekân"ın da anlamı şudur:
Evliyâ kişi, aynı saatlerde bir kaç yerde bulunabi­lir; Yani yerin
katlanmasıyla, evliyâ diye bilinen zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son
derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir?!)
Râbıta ve benzeri mistik
uygulamalarla şartlandırılmış duygusal insan­lar, "evliyâ" diye niteledikleri
adamların, böylesine olağanüstü güçlere sa­hip bulunduğuna kendilerini
inandırınca bu kez de onların bu kerâmetle­rini, hayâlleri zorlayan mitolojik
hikâyelerle kaleme almışlardır. (Kerâmet: Ehl-i Sünnet'in inandığı Kur'ânî
gerçeklerden biridir. Gerek Mâtürîdîler, gerek Eş'arîler, gerekse Selefîler
kerâmet gerçeğine inanırlar. Ancak tasavvufçuların kerâmet anlayışı ehl-i
sünnetin­kinden farklıdır ve dış kaynaklıdır.
Tarih boyunca bu konuda
"Menâkıbnâme" adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu bir birikim
oluşturmuştur. Dolayısıyla tarîkatlara bağlı toplulukları yönlendiren araçların
en önemlilerinden biri de bu Menâkıbnâmelerdir.
Her şeyhin, tarîkata olan
katkısı ve evliyâlık derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülür. Onun için
bir şeyhin, eğer kerâmetleri kitaplara konu olacak kadar çok uzun anlatılmış ise
o şeyhin en büyük velîlerden biri ol­duğuna inanılır. Rabbânî ve Bağdâdî gibi...
Bu nedenle mürîd toplulukları, tarihin her döneminde şeyhleri için çok çeşitli
kerâmetler üretmiş, bunları ilginç anlatımlarla işlemişlerdir.
İslâm ve Kur'ân ölçüleri
bakımından çok büyük bir sorun olan bu Ev­liyâlık ve Ermişlik inanışının râbıta
ile ilişkisi, Nakşîbendî Tarîkatı'nın temel felse­fesini oluşturur. Çünkü şeyhi,
mürîdin kalbine, yüce, mâsum ve yanılmaz bir kişi, "himmet", "bereket" ve
"tasarruf" sahibi bir Evliyâ olarak kazı­yan araç râbıtadır. Evet, hayâl bile
edilemeyecek kadar yüceler yü­cesi bir ma­kama yük­selmiş, Allah'da fânî olmuş
(?!), ve nihâyet "İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş" bir kâmil ve mükemmel
olarak şeyhi mürîdin kalbine ve zihnine yerleştiren sihirli anahtar, râbıta
egzersizleridir. (Şeyhin, "İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş" olması demek,
Onun, yalnızca Allah Teâlâ'ya mahsus olan sekiz sıfatı kazanmış olması anlamına
gelir. Bilindiği üzere bu sıfatlar: Hayat, ilim, irâde, kudret, sem', basar,
kelâm ve tekvîn'dir. Nakşîbendîler, belki de kafa karıştırır diye bu kadar
ayrıntılı bir açıklama yapmaktan çekindikleri için sadece "Râbıta, İlâhî-Zâtî
sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşâhede makâ­mına varmış bir kâmil ve mükemmele
kalb bağlayıp huzur ve gıyâbında o zatın sûretini ha­yâl hazînesinde muhâfaza
etmekten ibarettir." şeklinde kısa bir ifade kullanmaktadırlar.[1]
Bir kez daha vurgulamak gerekir
ki, mürîdin en büyük görevi, şeyhinin şeklini, (yanında bulunsun, ya da
bulunmasın) sürekli olarak zihninde can­landırmasıdır. İşte râbıta budur ve
râbıta, zaman içinde şeyhi, mürîdin her zerresine nakşeden, hatta onu, (hâşâ!)
Allah'ın, yeryüzünde tecessüm etmiş bir modeli olarak mürîdin ruh derinliklerine
oturtan bir "Reflective condi­tion" haline gelir.
Mürîd, bu ruh hali içinde artık
şeyhinde hiç bir eksiklik göremez. Şeyh râbıta sâyesinde bu kıvama gelmiş olan
mürîdinin nazarında yalnızca bir "mürşid-i kâmil" değil, aynı zamanda "o, bütün
eksikliklerden münezzeh­ bir zât-ı zîşândır." Böyle inanmaya başlayan
mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur
edebileceği her meziyet ve olayın, ey­lemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş
olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve
dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle
oluşmuştur.
Halbuki İslâm'da böyle bir
evliyâ telakkisi yoktur ve olamaz da. Nite­kim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan
el-Basrî, Sufyân es-Sevrî, Abdullah b. el-Mubârek, Fudayl b. İyad, Şakıyk el-Balkhî,
Ma'ruf el-Karkhî, Ebû Süley­man ed-Dârânî, Bişr el-Hâfî, Seriy'yus-Sakatıy,
Hârith el-Muhâsibî ve Sehl b. Abdillâh et-Tusterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları
çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, Müslümanların ilk üç
ku­şağı tarafından ta­mamen Kur'ân'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.
Bu sözcüğe ilişkin lügat
bilgilerine gelince: "Evliyâ" kelimesi çoğuldur ve "velîler" demektir. "Velî"
sözcüğü, Kur'ân-ı Kerîm'de kısaca iki anlama gelmektedir. Birincisi: Yandaş,
tarafdar ve dost demektir. İkincisi ise: Başkası adına, onun işlerini yöneten
yetkili demektir.
İslâm Hukukundaki "Veliy'yul-Emr"
ve "Evliyâ-i Umûr" terimleri bu anlamda kullanılmıştır. Keza, "Çocuğun Velîsi" 
ile, idarî ve siyasî yetkililer için kullanılan "Veliyyu'l-Emr"; Dernek, vakıf
ve cemiyet yöneticileri için kullanılan "Mütevelli Heyeti" ve "Vâlî" gibi
sıfatlar, yine bu anlamı hatır­latmaktadır.
Ne yazık ki çağdaş İlâhîyatçı
meâlciler bu iki kavramı sık sık birbirine karıştırmışlardır. Ayrıca ne
ilginçtir ki "Velî" ve "Evliyâ" sözcükleri, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde
geçmesine rağmen tarîkatçılar, yalnızca Yunus Sûresi'nin, 62. âyet-i kerîmesinde
geçen bu kelime üzerinde durmuşlardır.
"Evliyâ" (yani velîler), âyet-i
kerîmede dört ayrı sıfatla nitelenmektedir­ler. Bunlar: Korkmazlık, üzülmezlik,
imanlı olmak ve Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamada titizliktir. Çok büyük
ihtimalle tarîkatçılar, bu dört sıfattan ilk ikisinin esnekliğin­den
yararlanarak velî diye inandıkları kişilere, olanca hayâl güçleriyle
bece­rebildikleri mitolojik nitelikler mal etmeye çalışmış ve zihinlerinde
can­landırdıkları insan şeklindeki tanrıyı bu sûretle yaratmışlardır.
Oysa aslında Kur'ân-ı Kerîm'e
göre "evliyâullah" (yani Allah'ın dost­ları), Ondan başka herhangi bir kimseden
korkmayan, dünyalık kayıplar için üzülmeyen, imanlı ve buna bağlı olarak İlâhî
emir ve yasaklara uy­makta büyük titizlik gösteren bütün Müslümanlardır. Evet
Kur'ân-ı Kerî­m'e göre işte evliyâ bunlardır. Dolayısıyla tarîkattaki evliyâ ile
İslâm'daki evliyâ arasında bulunan fark, bu karşılaştırma ile ortaya çıkmış
bulunmak­tadır.
Gerçek bu olmasına rağmen,
Budizm'den İslâm'a adapte edilmiş olan râbıtanın etkisiyle Nakşîbendîler'in
vicdanına kazınan Mito-Mürşid tipi ilâhlar, bu tarîkatın kültüründe ısrarla
yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Nakşîlikte "velîlik" ile
"şeyhlik" eş değerdedir. Yani her şeyh, kendi mürîdlerince aynı zamanda en büyük
velîdir; keşif ve kerâmet sahibidir. Onun için eğer bir kimse, hüner ve
mahâretlerini kullanarak herhangi bir Nakşîbendî şeyhinin gözüne girebilir ve
ondan şeyhlik yetkisini almayı be­cerirse aynı zamanda evliyâ olma şansını da
elde etmiş olur!
Öyle ise her şeyh adayı (ya da
veli adayı) için esasen önemli olan hedef, şeyhlik postuna yüksele­bilmektir.
Bunun ise iki yolu vardır.
Birincisi: "Beşik
Şeyhliği"dir ki, her tarîkat şeyhinin emzikteki erkek çocuğu bile zaten doğuştan
şeyh sayılır. (Bu görüş, daha çok Kürt Nakşîbendî­ler arasında benimsenmiş ve
tutunmuştur.) Ancak sadece beşik şeyhliği, üs­tün bir liderlik popülaritesi için
her zaman yeterli olmayabilir. Bu bakım­dan, doğal veliaht sayılan şeyhzâdeler
posta oturmak için (aşağıda anlatılacak olan ikinci yolu izleyerek) genelde
birbirleriyle yarışır ve beşik şeyhliğini aşmak amacıyla rutin pratikleri
yapmayı da ihmal etmezler.
İkincisi ise: "Seyr u
Sülûk" ile (Yani özel bir mistik eğitimden geçerek) mezun olduktan sonra bu
makama getirilmekle olur. Bu ikinci yol, genelde çok büyük yetenekler, geniş
bilgi ve kültür gibi meziyetler, çok yönlü bir sosyal kişilik ya da yüksek
entelektüalite gerek­tirmez. Hatta denebilir ki, gelişmiş üstün bir kişilik,
tarîkata lider olma yolu üzerinde bazen bir engel bile oluşturabilir. Çünkü
Nakşî şeyhlerinin bilgi düzeyleri sığdır. Hem kişilikli çömezlerini anlamakta
zorluk çekerler, hem de onları gizli gizli kıskanırlar. Onların, günün birinde
şöhret olup, kendi­lerini göl­gede bırakabileceklerinden, için için endişe
ederler. Bu nedenle, daha çok meftûniyet (aşırı ve sıkı bağlılık) ararlar. Tabii
bu da ancak râbıta ile oluşabi­lir. Bunun yanında öğrencinin, Nakşîlere özgü
giyim ve kuşama dikkat et­mesi, disiplinli, temiz ve suskun olması istenir.
Bir öğrenci eğer bu kurallara
titizlikle uyarak günün birinde yüzlerce (hatta bazen binlerce) arkadaşı
arasında şeyhinin halîfesi (ondan sonra ye­rine geçecek olan temsilcisi)
makamına getirilecek olursa bu şans, onun ar­tık kesin bir velî olduğunu
kanıtlamak için yeterlidir. Onun daha fazla uğ­raşmasına da gerek yoktur. Çünkü
o, artık "ulu bir zât"tır. Hatta eğer hey­betini mürîdlerinin iliklerine kadar
işlemekte yüksek bir performans göste­rebilirse onun, çok geçmeden "bir zât-ı
ecell-i âlâ" olması bile işten değildir! Hayatta olduğu sürece o, "Efendi
Hazretleri"dir. Konuştuğu en bayağı bir sözde bile hikmetler aranır; her lafı
sayfalar dolusu yorumlara konu olur; attığı her adımdan, yaptığı her hareketten,
hatta yüzünü çevirip bir yana göz atmasından, gülümsemesinden  ya da
hapşırmasından bile türlü türlü anlamlar çıkarılır. (Çok özür dileyerek sırf
kamuyu aydınlatmak bakımından ifade edelim ki; şeyhinin, her türlü artıklarını,
hatta dışkısını bile kutsal sayan cemaatler, aramızda yaşa­maktadır. Sıkı bir
şekilde gizleniyor olsa bile bu, kesin bir gerçektir). Artık onun her hareketi
bir kerâmettir. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşa edi­lir;
mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, yaşam tarzı, sözleri ve ona
âit hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır. 
Çünkü halîfe, (yani şeyhin baş
çömezi) üstadının postuna oturur otur­maz, mürîdleri arasında otomatik olarak
hemen bir hiyerarşik düzen kuru­luverir. Bu düzeni, ya onun etrafında kümelenmiş
bulunan kalabalıkların zengin elit tabakası -kendi inisiyatifi ile-
hazırlar ki, -yakın ta­rihe kadar yüz­yıllar boyu Nakşî toplulukları böyle
teşkilatlanmışlardır- ya da yaklaşık ya­rım asırdır Türkiye'de, siyasî düzenin
başında bulunanlar bunu gizli eller aracılığıyla sağlarlar. "Güneydoğu"
vilâyetlerinden birinin yakınında son otuz yıldır faaliyet gösteren bir
Nakşîbendî kampının merkezi işte bu şekilde kurulmuştur! Bu kampın oluşmasında
güdülmüş olan amaç şöyle özetlenebilir: 1950'den sonra "Doğu"da ve "Güneydoğu"da
yerli halkın düşünce yapısında değişim rüzgârlarının estiği sezinleniyordu. (Bu
gelişme, iki farklı kutup olarak gittikçe belirginleşi­yordu. Bunlardan biri
ayrılıkçı-şövenist bilinçlenme, diğeri ise İslâmî uyanıştı. Her ikisinin de
ortaya çıkış nedeni aynıdır. O da, yönetimlerin baştan beri bu iki bölgede
yaşayan Kürt, Zaza ve Arap topluluklara uyguladığı baskı ve asimilasyondur.
Buna, karşı tepki olarak  ortaya çıkan  bu iki düşüncenin gittikçe gelişme
kaydetmesi üzerine yönetimler bir devlet politikası olarak son 45 yıldır çeşitli
stratejiler belirlemiş bulunmakta ve bu stra­tajilere göre hareket
etmektedirler). Amaç, şeyhi dünya işleriyle ilgili kararlarda yönlendi­ren üst
tabakayı elde etmek ve cemaati bu sûretle bir oy potansiye­line dö­nüş­türmek ya
da devlet politikasının bazı hedeflerini gerçekleştirmede bu ce­maati
kullanmaktır!
Şeyh, her iki halde de işin iç
yüzünden pek haberdar değildir. Zâten tarîkatın kuralları gereği, "Efendi
Hazretleri dünyevî işlere pek karışmaz." Çünkü O, kutsal ve tanrısal bir
kişiliğe sahiptir. Bu imaj, Nakşîbendîlere Hristiyanca anlayıştan geçmiş
olabilir; laik rejmin temsilcileri de bu anla­yışı, son kırk elli yıl boyunca
spekülatif yollarla desteklemiş ve pekiştirmiş­lerdir.  Dolayısıyla, mürîd
topluluğu tarafından ona yapılabilecek en büyük hizmet, onun hakkında bol bol
kerâmet üretmek, bunları ciltler dolusu menkabelerde işlemek ve ününün
sınırlarını, mümkün olduğu kadar ge­nişletmektir. Bunu başarabilmek içinse,
mürîdlerin muhtaç olduğu kudret, râbıtada mevcuttur! 
Evliyâ menkabeleri olarak bu
konuda şimdiye kadar yazılmış olan hikâyeler, mitoloji tarihinde benzerlerine az
rastlanan cinstendir. Allah Teâlâ'ya ve O'nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa,
(s.a.s.) Hazretlerine, içtenlikle iman etme şerefine nâil olmuş ve Yüce
Kur'ân'ın hakikatlarına vâkıf bulunmuş her mü'minin, tüylerini ür­pertebilecek
bu sinsice düzenlenmiş hikâyelerin, İslâm'ı yıkmaya yönelik ne büyük
tehlikelerle yüklü olduklarına dikkatleri çekmek amacıyla bunlardan kısa bazı
parçalar sunmakta yarar vardır.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın
kurucusu Bahaûddîn Nakşîbend hakkında ya­zılanlar: "Annesi şöyle anlatmıştır:
'Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evi­mizde yavrulayacak bir inek vardı.
Doğumuna bir müddet daha olan o ineği göstererek, öyle anlıyorum ki bu inek
beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Bir kaç ay sonra inek, dediği gibi bir
buzağı doğurdu."
"Bahâeddîn Buhârî hazretleri
bir defâsında Şeyh Seyfeddîn adlı bir zâtın ırmak kenarında bulunan kabri
başında kalabalık bir cemâatle sohbet edi­yordu. O camâatte bulunanlardan bir
kısmı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini
bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hâllerin­den açılmıştı. Bir hayli süren bu
konuşmada evliyânın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn ile Şeyh Hasen Bulgârî
arasında geçen kerâmetler anla­tıldı. İçlerinden biri dedi ki: "Eskiden
velîlerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar gibi
tasarruf ehli var mıdır?" Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki:
"Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya
başlar." Bu sözler Behâeddîn Buhârî hazretlerinin Mübârek ağzından çıkar çıkmaz
önlerin­den akmakta olan ırmak ters akmaya başladı..."
Yine Nakşî rûhânîlerinden
Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında yazılanlar: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri
doğduğunda, kırk gün annesini emme­miştir. Annesi nifastan temizlendikten sonra
emmeye başlamıştır."; "Mevlânâ-zâde Nizâmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin
en kısa olduğu bir mevsimde Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye
gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk
çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç
saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer
yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeye başladım: "Menzil ırak, vakit
akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?"
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını hızla sürüp gidiyor ve hiç bir telâş eseri
göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince başlarını bana döndürdüler ve,
"Yoksa korkuyor musun ?" diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı sürüp yol
almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşı­rız." buyurdu. Böylece
atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra,
dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka ya­kın bir noktada ve göğe
çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birden bire
zifirî karanlıklar içinde kaldık." (Bu  sözleri kusmayı göze alan insan, 
koskoca yer kürenin, kendi etrafında saatte yaklaşık 1700 km. hızla döndüğünü
eğer bilseydi, "Dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu." diyebilir
miydi? Ya da bu kişi, madem ki Ahrâr  adındaki zavallı sûfiyi, dünyayı
yerinde çivileyebilecek kadar gözünde büyütmüş idi, acaba neden "Menzil ırak,
vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok"  diye paniğe
kapılıyordu? Dünyayı, ya da -bu kişinin tâbiriyle- "güneşi yerinde çivilemek" mi
daha kolaydı, yoksa onu soğuktan ve karanlıktan kurtarmak mı daha kolaydı?!
Görüldüğü üzere bir Nakşîbendîden başka hemen hiç bir yaratık, böylesine korkunç
çelişkilerin içinde, bocalayıp şeytanlara maskara olmayı göze alamaz.) 
Nakşîbendîlerin, İmâm-ı Rabbânî
diye adlandırdıkları Serhendli Ah­med Farûkıy hakkında yazılanlar: "Hızır ve
İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona ha­yatları ve ölümleri
hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu ‘Mektubât'ın
birinci cild, 282'nci mektubunda bildirmiştir.'; "Bir gün İmâm-ı Rabbânî
hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme
halinde iken; ‘Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül,
vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret
eyledim' nidâsını duydu. Ve; ‘Bunu herkese söyle' diye kendilerine emrettiler.
Nitekim Mebde' ve Me'âd risâlelerinde bunu bildirmiştir."
"İmâm-ı Rabbânî hazretlerine:
"Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur." müjdesi ilham
olundu."; "İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Erkeklerden ve kadınlardan
vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana
gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketle­rini bize
bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağış­ladılar.";
"Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrâda arslanla karşılaştı. Ka­çacak yer
yoktu. İmama sığınıp imdâd diledi. İmâm elinde baston ile gö­ründü ve o kükremiş
olan arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı, talebe kur­tuldu."
"İmâm-ı Rabbânî hazretleri h.
1024 (m. 1615) senesinde elli üç yaşla­rında iken, talebelerinden çok
sevdiklerine ‘Benim ömrüm ve hayâtım hakkın­daki kazâ-yı mübremin altmış üç sene
olduğunu ilham ile bana bil­dirdiler' buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü
Peygamber efendimiz (s.a.s.)'e tâbi olmasının çokluğu yaş bakımından da uymakla
belli oluyordu. Aynı za­manda bu hususta Hz. Ebû Bekr'e, Hz. Ömer'e ve Hz.
Ali'ye de uy­muş olu­yordu." (Allah Teâlâ'nin, kâinâtı kuşatan ezelî ve ebedî
egemenliğine ve onun İlâhî sal­tana­tına belki de saygısızlığın, hatta iftira ve
isyanın en çirkin örnekleri diye sayılabilecek bu düzmeceler, eğitimsiz ve
zavallı zümreleri belli odaklara bağlamak amacıyla Modernist Nakşîbendîler
tarafından sözde ansiklopedi adı altındaki yığınlarca kağıt tomarları içinde
derlenmiştir.)
Görüldüğü üzere,
Nakşîbendîliğin, genelde pek göze çarpmayan gerçek yüzü, özellikle bu mitolojik
örneklerde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla râbı­tanın, (bir ibâdet kisvesi
içinde) tarîkata yerleştirilmesi ve İslâm'ın öz ma­lıymış gibi propaganda
edilmesi zihniyetinin iç yüzü de bir kez daha böy­lece anlaşılmış bulunmaktadır.
Aslında bu zihniyet,
"Sünnetullah" ile bir türlü tatmin olamayan hasta ruhların perişan halini ortaya
koymaktadır. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin in­sanlık için kapılarını açtığı zengin
gönül iklimini son derece sert görmekte­dirler. Din denince akıllarında,
evliyâlar tarafından yönetilen uçsuz bucak­sız en­gin âlemlerin, toz pembe
dünyala­rın, mûcizeler cümbüşü içinde uçu­şan kanatlı ilâhların canlandığı bu
insan­lara Allah'ın kevnî kanunlarını hatır­latmak mümkün değildir. Adetâ bir
hayâl ummânı içinde yüzerler. Nakşîbendîlerdeki bu çelişki o kadar sınır­sızdır
ki, tarîkatla hiç bir ilişkisi bulunmayan insanlardan çok daha hayata bağlı
oldukları ve yaşamın he­men her türlü zevkini tattıkları halde onlara, neredeyse
ateşin yaktığını, bı­çağın kestiğini ve yerin çektiğini anlatmaya imkân yoktur.
Onların bütün arzuları, bütün
hevâ ve hevesleri, bir şeyhin kerâmetle­rini sinema filmi gibi seyretmek, ya da
olağanüstü diye inandıkları en bayağı ve sıradan olayları, ille de kerâmet diye
bir şeyhe yapıştırıvermektir. Örne­ğin bir kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu
işaret buyurmuştu."; Yağmur mu yağdı, "Efendi Hazretleri biraz önce duâ
etmişti."; Muhitlerinde sevil­meyen birinin başına bir belâ mı geldi, "Efendi
Hazretleri onu çarptı" vs.
 Anlaşılan Nakşîbendîlere göre:
"kâinâtı -Allah adına- Efendi Hazretleri yönetmektedir." Bu nedenledir ki onları
bid'at ve hurâfelere, efsane ve mi­tolojiye değil, bilakis Yüce Kur'ân'ın ve
Sünnet-i Seniyye'nin tertemiz yo­luna dâvet eden şerefli İslâm âlimlerini,
"Ulemâ-i Rüsûm" ya da "Zâhir Ulemâsı" diye da­ima alaya almışlar
ve almaktadırlar.
Nakşîbendîliğin, baştan beri
çeşitli yönleriyle açıklanan düşünce ve an­la­yışı, yüzyılların akışı içinde
kurumlaşmış, artık "TC"nin sınırları içinde yaşayan kalabalıkların her bakımdan
esin kaynağı haline gelmiştir. Öyle ki yalnız "dindar" kesimlerin değil,
mater­yalistlerin, hatta İslâm karşıtlarının bile dünya görüşü, kültürü ve değer
yargıları bu tarîkatın efsunlarıyla maya­lanmıştır. Onun için, halkın günlük
hayatı üzerinde Nakşîliğin, küçümsenemeyecek boyutlarda etkisi bulunduğunu
söylemek pek mübalağa sayılmaz.

 



[1]
Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 18. Bayezit Devlet
Kütüphânesi No. 297541/243435, İstanbul