Fecir | Konular | Kitaplar

Tasavvuf

Tasavvuf



Tasavvuf
 
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerîm,
Allah Teâlâ'nın, hiç bir şeye benzeme­di­ğini (bununla birlikte bütün
varlıkların dışında ve) onların yaratıcısı ol­du­ğunu ifâde etmektedir (42/Şûrâ,
11).
Oysa tasavvuf, esas itibariyle
Allah'ın, her şeyin öz kaynağı olduğunu sa­vunan spiritüel ve spekülatif bir
düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kâinâtta ne varsa her şey (hâşâ!) onun
bir parçasıdır. (Tasavvufçular bu inanış biçimini, özet olarak Farsça "Heme-ost
= Her şey O'dur" deyimi ile açıklarlar. Tevhîdi savunanların karşısında zaman
zaman düştükleri sıkıntılar­dan kurtulabilmek için bu deyimi "Hemez ost (Heme ez
ost) = Her şey O'ndandır" şeklinde değiştirirler. Tabiatıyla bu, spekülasyondan
başka bir şey değildir.) Tasavvufun temel taşı bu­dur.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan,
sırf Allah'a kulluk etmek için yaratılmış­tır. İnsan yaratıktır ve Allah'ın
kuludur (51/Zâriyât, 56). Tasavvufa göre ise insan Allah­'ın tecellîsidir; O'nun
bir sûretidir; hatta O'nun bir parçasıdır... Binâena­leyh O'na âşık olmalı,
yeniden O'na dönmeli, O'nda eriyip bütün­leşmeli ve O'nunla birlikte
ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur.
Nitekim Hallâc-ı Mansur, Ömer
Hayyâm, Şihâbuddîn Suhreverdî, İbn Atâillâh el-İskenderî, Ferîduddîn-i Attâr,
İbn'ul-Fârıd, Muhiddîn-i Arabî, Molla Cami ve Abdulkerîm el-Ciylî gibi
mutasavvıflar, tasavvufu böyle an­lamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.
Onların bu anlayışlarının,
Sünnî Türk tarîkat çevreleri tarafından acaba neden çok farklı yorumlanmakta
olduğu ve Kur'ân'daki iman kavramıyla neden âdetâ zorakî şekilde uzlaştırılmaya
çalışıldığı ise yorumcuların en­telektüalitesini ve kişiliğini ortaya
koymaktadır. Nitekim Nakşîlerin dene­ti­mindeki okullarda, Kur'ân kurslarında ve
medreselerde bir yandan Ömer Nesefî ve Muhammed Birgivî gibi selefî eserler
bırakmış, hatta tarîkatçılara karşı mücadele vermiş şahsiyetlere âit kitaplar
okutulmaktadır. Diğer yandan, Rabbânî gibi neşvesini Hind mistisizminden almış
rûhânîle­rin, Kur'ân ve sünnetle hiç bir şekilde bağdaşmayan râbıta ve benzeri
Patan­jalist düşünce ve inanışları insanlara aşılanmaktadır. Tabiatıyla bu çok
bü­yük bir çe­lişkidir ve Nakşîbendîlerin, hem genel anlamda düşünce yapı­sını,
hem de İslâm'ı nasıl anladıklarını gözler önüne seren bir ibret levhası­dır.
Merhum Mehmed Akif Ersoy işte
bu ibret levhasını âdetâ kıvranarak elem, acı ve çaresizlik içinde seyrederken
bu kafa yapısı hakkında belki cilt­lerle anlatmak istediği şeyleri şu iki
mısrada özetlemeye çalışmıştır: "Sürdüler Türk'e tasavvuf diye olgun şırayı;
/ Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı Dayı.!"[1]
Evet tasavvufçular mistisizmi
İslâm'la uzlaştırmak için çok zorlanmış­lardır. Onların kendilerini neden bu
kadar zorladıklarını anlamak güç de­ğildir. Çünkü dikkat edilirse tarîkat
çevreleri, "vahdet-i vücûd", "işrâk" ve "meşşâiye" gibi tasavvufu tarih boyunca
türlü biçimlerde şekillendirmiş olan felsefelerin gündeme getirilmesinden çok
çekinirler. Hatta bu felsefe­lere yöne­len dikkatleri dağıtmak için gerektiğinde
menkabelere, âyinlere ve râbıta gibi tarîkat disiplinlerine ağırlık vererek
yoğun bir yatıştırma faâliye­tiyle çözüm arayışı içine girerler.
Bunun nedeni gâyet açıktır.
Çünkü Hind-İran dinlerinin ve Yunan fel­sefesinin etkisi altında birikimlerini
zenginleştirmiş olan tasavvufun eğer perde arkasındaki gerçekleri, günün birinde
yorumların boğuntusundan kurtulup meydana çıkacak olursa bu akımın,
Nakşîbendîliğe ve on­dan râ­bı­taya kadar uzanan zincirin sihri bozulacak ve
halkalarının tamamı bir anda çözülüverecektir. Bunun ise ne demek oldu­ğunu uzun
uzadıya anlat­maya gerek yoktur. Çünkü böyle bir durum, tarîkatın da, şeyhlik
saltanatı­nın da, bu masallarla uyutulmuş yığınların, tatlı ve renkli
rüyalarının da sonu ola­caktır. Üstelik Nakşîbendî Tarîkatı, asırlar boyu emek
verilerek (!), âdetâ dantel gibi işlenerek bugüne kadar getirilmiş olan İslâm'ın
Türkleşti­rilmiş şek­lidir. Dolayısıyla "Türklük" denince içi kı­pırdayan hemen
her "dindar" kişi, (gerçekleri kavrasa bile vicdanındaki direnişe rağ­men) bu
tarîkatı da­ima Türk milletinin nâmusu olarak görmeye devam et­mek isteyecektir;
Bu­nunla birlikte tarîkatın tasavvufla olan ilişkisi kadar, tasavvufun da
kayna­ğını sırf İslâm'dan aldığı noktasında Nakşîbendî şeyh­leri her zaman en
şid­detli şekilde direnecek­lerdir.
Onun için önemle belirtmek
gerekir ki esasen bu yolu izleyenler, -vicdanları te­reddütlerden korumak ve
Nakşîbendîliğin sürekliliğini sağ­lamak amacıyla- tarîkattan da râbıtadan da
önce tasavvufa Kur'ânî bir açık­lama getirmek zo­runluğunu daima
hissetmişlerdir, bundan sonra da hisse­deceklerdir.
Kur'ânî kavrayış erdemine
ulaşabilmenin en güzel ölçüleri ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yaşamından
alınabilir. Ve bu münasebetle hemen ifade edilmelidir ki Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in yaşamında en ufak bir tasavvufî eği­lim yoktur! İşte kanıtları:
1. Hz. Peygamber
(s.a.s.), her şeyden önce yaşamı, rûhânî ve seküler ol­mak üzere birbirinden
kesin şekilde ikiye ayırmamıştır. O, bütün hayatında rab­bânî bir çizgi
izlemiştir. Yani, Üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken
ibâdetlerini, Kur'ân'ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibâdet­leri yine
Kur'ân'ın tarif ve emirleri doğrultusunda (hayatın her tara­fına serpilmiş
biçimde) sosyal dinamikler olarak icrâ etmiş ve ettirmiştir.
Çok kişisel olan nâfileler ve
duâlar hâriç, namaz, oruç hac ve zekât gibi ibâdetler, gerek Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in, gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış
eğitimi görmekten, düş­mana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada
pazarda evde ça­lışmaktan, ya da kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir
ruh ve an­layış içinde uygulanmıştır.
Dolayısıyla İslâm'da mânevî ya
da rûhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hayatında çileler, âyinler, semâlar, zikir halkaları,
"hû" çekmeler, enstrüman ve raks­lar, beş binlik virdler, râbıta ve
meditasyonlar asla yoktur. Çünkü namazın, orucun, hac ve zekâtın nasıl ki hiç
bir tasavvufî yönü yoksa, vahyin inme­sine az kala, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
geçirdiği kısa uzlet günleri de, asla ta­savvufî bir çile değildir. Bilakis
Allah Teâlâ'dan gelen bir yönlendirme ve O'nun yüce irâdesine bağlı bir
terbiyedir.  Rasulullah (s.a.s.), üstleneceği çok önemli göreve alışa­bilmek
için âdetâ içgüdüsel olarak özel bir eğitim ortamına havâle edilmiş, Allah
Teâlâ'nın en büyük ve en son elçisi olarak bütün insan­lığa getireceği mesajı
yüklenebilmek ve metafizik iletişime bünyeyi hazır­lamak için İlâhî bir itilişle
huzurlu ve sâkin bir atmosfer içine çekilmiştir. O'nun bir Allah elçisi olarak
yaşadığı özel ve yüksek halleri genellemek ve başkaları için de aynısını
düşünmek doğru değildir! Bu nedenle O'nun bütün hayatı sırf rabbânîdir; rûhânî
ve ruhbânî değildir.
Halbuki sûfîlerin hepsi, bu
anlayışın tam tersine büsbütün rûhânî bir yaşam sürdürmüşlerdir. Hatta
bazılarının hayat ve gidişâtı hem rûhânîdir, hem de rûhbânîdir. Onlara göre
insan için, biri dinsel (mistik), diğeri ise dünyasal (seküler) olmak üzere
birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır, ya da olmalıdır. Dolayısıyla
bütün hayatları boyunca biri dinî, diğeri ise dünyevî olmak üzere -âdetâ kalın
bir duvarla ayrılmış- birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp
durmuşlardır. 
Nitekim bu sebepledir ki çağdaş
tasavvufçular da aynen, hayata din ve dünya olarak iki açıdan bakan Hristiyanlar
ve onların izindeki laikler gibi düşünmektedirler. Türkiye'de mistik
toplulukların, laiklerle uzlaşırken Müslümanlara sıcak bakmamaları belki de
psikolojik olarak bu görüşten kaynaklanmaktadır. Unutmamak gerekir ki bu görüş,
tarikatçılarla lâikler arasında önemli bir ortak paydadır.
Onların,  (kitap ve sünnette
yeri olmayan) semâ, Hatm-ı Hâcegân ve râbıta gibi çeşitli biçimlerde âyin ve
ibâdet düzenlemeleri de büyük ihti­malle bu bocalamanın onlar üzerinde doğurduğu
ağır stresten kurtulmak ve rahatlamak içindir. Ayrıca bu davranış, Allah'a
kulluk etmede Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'in ibâdet miktarını azımsamak gibi bir
eğilimi de sanki haber vermektedir ki işte tasavvufun pek gözükmeyen bir cephesi
de budur.
2. Hz. Peygamber
(s.a.s.), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi
sergilemiş, vahye dayalı misyonunu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam
tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Örneğin, sevinmiş, üzülmüş, öfkelen­miş, danışmış, verdiği karardan vazgeçmiş ve
özetle, mahrem olmayan hiç bir beşerî niteliğini gizlememiştir.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın, en
büyük ve en son elçisi olmanın yanında dev­let kurmuş ve bizzat devlet
başkanlığı yapmış, on binlerce kişiden oluşan büyük or­dulara komuta etmiş, ceza
onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin İmparatorlarına ve
devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler gön­dermiştir. İşte olsa olsa İslâm
budur.
Tasavvufçulara gelince onların
hemen hiç biri, böyle bir yaşam tarzını asla benimsememiştir. Kılık ve
kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı
olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş ya da öyle görünmüşlerdir. İçinde
yaşadıkları toplumun hiç bir derdine asla or­tak olmaya yanaşmamışlardır.
Nitekim haçlı savaşları sırasında tasavvufçu­lardan birinin bile İslâm
ordularına katıldığını ya da bu savaşlar hakkında bir tek kelime bile yazdığını
tarihler salık vermemiştir! Ferîduddîn-i Attâr'ın, Buhâra halkını Moğollara
karşı ayaklandırdığı eğer doğru ise bu, çok istisnâi bir olaydır.
İşte rûhânîlerin, İslâm adına
tarih boyunca dünya hayatına karşı göster­dikleri bu küskünlüğün arkasındaki
temel neden, hiç kuşkusuz yine tasav­vuftur.
Bütün bu özellikler, tasavvufun
kavram olarak mistisizmden başka bir şey olmadığını kesin şekilde ortaya
koymaktadır. Nitekim tasavvufu savu­nan ve onu İslâm'ın rûhî cephesi olarak
açıklamaya çalışan çağdaş İlâhî­yatçı-tasavvufçular da bu iki kavramı aynı
anlamda kullanmaktadırlar.
 "Tasavvuf" yerine,
Nakşîbendî şeyhleri tarafından "Mistisizm" terimi­nin hiç kullanılmaması,
kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da ta­savvufla uğraşanların
başka bir çelişkisidir. Çünkü tasavvuf da aynen felsefe gibi hem söz hem anlam
bakımından Yunan kaynaklıdır. Nasıl ki felsefenin aslı filozofi (philosophy)
ise, tasavvufun da aslı teozofi (theosophy) dir. Her ikisi de eski Yunanca'dır.
Ama başta Nakşîbendîler olmak üzere tasavvufla uğraşan insanların hemen tamamı
bu gerçeği anlayabilecek kültür ve bilgiden daima yoksun bulunmuşlardır.
Tasavvuf sözcüğünün Arapça
suf', safâ, ya da suffe'den geldiğini ileri sürenlerin tümü yanılmışlardır. Bu
yanılgının en büyük nedeni ise Milâdî 850'den sonra başlayan ve 1850 yıllarına
kadar süren İslâm Tarihi'nin karanlık dönemindeki taklit ruhudur.
Tarih boyunca İslâm'ı, tasavvuf
karmaşası içinde boğmuş olan rû­hânîlerin hepsinde de esasen bu yetersizlik
vardır. Ancak Kuşeyrî, Gazalî, Muhiddîn-i Arabî ve Suhreverdî gibi -Arap
kökenli, ya da Arapça'yı çok iyi bilen- entelektüel tasavvufçuları öbürlerinden
bu konuda ayırmak gerekir. Bunlar hem büyük ölçüde kitabî bilgilere sahip
bulun­dukları, hem de yeni düşünceler ürettikleri için tasavvufa felsefî izah
tarzlarıyla çekici biçimler kazandırmışlardır. Sonuç itibariyle İslâm'ı tasavvuf
yoluyla dejenere etmiş zümreden sayılsalar bile bunların izlediği yol ayrıdır.
Buna karşın, (özellikle Türk, İran ve Hind kökenli sufîler) geniş bir ufuktan
yoksun idiler. Bu sebepledir ki İslâm'ı tasavvufî içeriklerle günümüzdeki
şekillere kadar sürüklemiş olan tarîkat liderleri büyük ihtimalle Hind-İran
mistisizminden bilinçsizce etki­lenmişlerdir. Aslında  -gizlenmiş olsa bile- bu
etkilenme, bazı tarikat şeyhlerinin zaman zaman müşriklerin mistik coşkuları
karşısında derin hayranlık duygularına kapılmış olduklarını haber vermektedir.
Bunun örnekleri Hindistan'da sık sık yaşanmıştır. Bununla birlikte, hele
rûhânîliğin güçlü ihtimalle bir psikoz olduğuna bakılırsa bu etkilenmenin hangi
sınırlara varabilmiş olduğunu tahmin etmek kolaydır.
Dolayısıyla tasavvufla
uğraşanlar, kötü niyetli ve maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından
kültürel yetersizlikleri, sınırsız ha­yâle daya­nan ütopik anlayışlarıyla
birleşince onların, şirk dinlerinden tah­min edile­meyecek aykırılıktaki düşünce
ve inanış biçimlerini alıp İslâm'a mal etmiş olabilecekleri ihtimali
güçlenmektedir.
Tasavvuf gerçeğinin kaynağını,
amacını ve çizdiği yolu bir nebze açık­lığa kavuşturmak gerekirse onu, şu üç
başlık altında özetlemek mümkün­dür: "Seyr-u sülûk", "Ma'rifetullah", "Kemâl".
Tasavvufun Allah'a ilişkin
öğretisi, işte bu üç kavramın ayrıntılarından oluşur.
1. Seyr-u sülûk: Bu
kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmakta­dır. Bu sistem ise, çeşitli
alıştırma, düşünme ve uygulama aşamalarından oluşur. Tasavvuf yolcusu -sözde- bu
aşamalardan sıra ile geçerek olgunlaşır. Tasavvufun, tarih boyunca birçok din ve
felsefeden beslenerek kurum­laştırdığı söz konusu aşamalar boyunca uygulanan
kurallar ve yapılan egzer­sizler yaklaşık olarak şu isimler altında işlenir:
Biat, tevbe, tarîkat, çile, mücâhede, halvet, uzlet, mâsivâdan istiğna, zühd,
kanâat, sabır, tevekkül, teslimiyet, tefvîz, tefeyyüz, telakkun, tefekkür,
murâkabe, râbıta, rûhâniyetten istimdâd, zikir ve vird.
Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd
(kendinden geçme) hali yaşar. Burada hatırlatmak gerekir ki, bu terimlerin çoğu,
lügat olarak İslâm'a âittir. Zaten bütün tasavvuf doktrinleri, esâsen bâtıl
dinlere ve felsefelere âit kav­ramlarla Kur'ânî değerlerin sentezinden
oluşturulmuştur. Ancak ya­bancı olanlara, yoğun Kur'ânî anlamlar yakıştırılmış,
Kur'ânî olanlara da şirk nüanslarıyla câhilî içerikler kazandırılmıştır. Onun
için vahyin ölçüle­rine göre İslâm'ı özümseyememiş olan insanlar, bu kavramların
içeriğini analiz edemezler. Bunlara depolanmış olan yabancı anlayış ve inanış
bi­çimlerini ayırt edemez, ayıklayamazlar.
2. Marifetullah:
Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel amacı, (İslâm'ınkinden farklı olarak)
"marifetullah"tır. Yani Allah'ı, zatı ve sıfat­la­rıyla keşfetmek ve sonunda
O'nunla birleşip bütünleşmektir. İslâm'ın amacı ise "ibâdetullah"tır. (Yani
kişinin Allah'a inanması, Zatı hakkında düşünmemesi, buna mukabil eserleri
üzerinde ibretle düşünmesi, sıfatla­rını bilmesi, emir ve ya­saklarına
uymasıdır.)
Tasavvuf yolcusunun, yukarıda
anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik hal­ler ve -sözde- ulaştığı mertebeler ise
şu isimler altında ve çok geniş şe­kilde işlenir: Allah aşkı (tarîkat, marifet,
hakikat), vecd, sekr, sehv, vahdet, vücûd, şühûd, fenâ, beka, vuslat ve mahv.

Bu noktada, "Allah'ta eriyip
gitmek", yani "ittihâd" ve "hulûl" söz konusudur! Tasavvufçulardan, örneğin
Muhiddîn-i Arabî, Ferîduddîn-i Attâr ve Yunus Emre gibi bir kısmı, bunu açıkça
ifade etmekten çekinmez­ken, diğer bir kısmı, kapalı yorumlarla bu inanış
biçimini geçiştirmeye çalı­şırlar ve sözde "rüsûm âlimleri"nin bu espriyi
anlamaktan âciz olduklarını ileri sürerler!
3. Kemâl: Bu aşama,
sözde "vuslat" mertebesidir. Yani sofînin tırmanabildiği en uç noktadır. "Seyr-u
Sülûk" denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, -gûyâ- sonunda
"İnsân-ı Kâmil" olur; eksiksiz ve tanrılaşmış bir kimlik kazanır (Bk. Aynı
referanslar). Bu derece olgunlaşmış olan insana ise velî (evliyâ) denir. O artık
"ledünnî" bir ilme sahiptir; gayb âlemine vâkıftır, kalp­leri okur, zihinlerden
geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir;
orduların ön saflarında düşmana karşı savaşır; duâ ederse nimet, bedduâ ederse
musibetler yağar; deniz üzerinde batmadan, ıslanma­dan gezebilir; bulutların
üstünde uçabilir; Zaman ve mekân onun için kat­lanır, aynı anda, Mekke'de ve
İstanbul'da namaza durur (!)
Bütün bunlara karşın İslâm'da
"takvâ" yolu vardır. Bu da özetle Kur'ân ve Sünnetin ölçülerine titizlikle uymak
demektir. İslâm'da en üstün mer­tebe işte bu takvâ mertebesidir (49/Hucurât, 13)
ve bunu kazanan her Müslüman Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesiyle "velî"dir.  "Onların
üzerinde ne bir korku vardır, ne de üzülürler." (10/Yûnus, 62). İki şeyle
nitelenmişlerdir: Birincisi inanmak, ikin­cisi de Allah'ın emir ve yasaklarına
titizlikle uymaktır (10/Yûnus, 62-63). Aksine, İslâm'da tasav­vufun empoze
ettiği mitolojik bir evliyâlık ve ermişlik kesin­likle yoktur!
Sonuç olarak şöyle dersek
galiba pek yanılmış sayılmayız: Tasavvuf öyle hayâlî bir âlem düşüncesidir ki
onu, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in gerçek hayatın­dan yansıyan İslâm'la gâyet kısaca
karşılaştırmaya çalışırken bile çok büyük farklar saptayabiliyoruz. Öyle ise
birikimlerinin örgüsü içinde Kur'ânî bir­çok değere de yer vermiş olmasına
rağmen, temel, sistem ve amaç bakımın­dan İslâm'a bir hayli yabancı olduğu artık
gün yüzü gibi ortaya çıkmış bulu­nan tasavvufun ve onun öğretisinden kaynağını
alan her kurumun ihti­yatla karşılanması gerekir.

 



[1]
M. Akif Ersoy, Safahât, Altıncı Kitap –Âsım-