Fecir | Konular | Kitaplar

Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta

Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta

Tasavvufî Bir
Terim Olarak Râbıta:

Bu, bir İlâhîyât hocası (İrfan
Gündüz) tarafından hazırlanmış ancak henüz basılmamış bu­lunan 44 sayfalık bir
çalışmadan ibarettir. Yazar, "Kültürlerarası bir özellik gibi gözüken bu konuda
Müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da râbıta şeklinde
sistemleştirdikleri söy­lenenebilir." demektedir.[1]
Râbıtayı meşrûlaştırmak ve
O'nu, İslâm'ın değerleri arasında varmış gibi göstermek için oldukça esnek bir
giriş niteliğini taşıyan bu sözler Kur'ân'ın rûhuna yabancı olan okuyucuyu
şartlandırmak bakımından mo­dernist bir sunuş örneğini sergilemektedir.
Aslında Nakşîbendîlik, -dünden
bugüne- eskimiş çeşitli din ve felsefe­ler­den beslenerek meydana gelmiş bir
tarîkattır; Yani -yazarın da desteklediği- kültürlerarası alışve­rişin en
çarpıcı ürünlerinden biridir. Buna rağmen Nakşîbendîlerin, "Kültürlerarası ortak
özellikler" diye bir kanâate kendi açıla­rından hiç de sıcak bakmayacakla­rını
kestirmek zor değildir. Onların bu çe­lişkisi ile (İslâm'ın bir köşesine
râbıtayı yerleştirebilmek için oldukça kıvrak bir rol üstlenmiş olan) yazarın,
yuka­rıdaki sözler içinde sergilediği çelişki ara­sında açık bir uyuşmazlık
vardır ki bu da üçüncü bir çelişkidir!
Yazar, râbıtayı anlatırken:
"İmitatio dio", "İmitatio hominis", "Beşer symbiosis" ve "İdentification" gibi
yabancı terimler kullanarak; Samuel Smiles, Joshua Loth Liebman, Prof. Jeager
ve Shimmel gibi yabancı yazar­ları referans göstererek âdetâ Modern
Nakşîbendîlik Döneminin öncülü­ğünü yapmaktadır.
İlginçtir ki Nakşîbendî
cemaatlerinin, bu üslûptan ve bu işgüzarlıktan hiç de haberleri yoktur. Hatta
eğer râbıtanın böyle bir üslûpla savunuldu­ğunu görecek ya da duyacak olurlarsa,
"Evliyâlar yerine bir sürü kâfirden nakiller yapmış" diye yazarı takdir yerine
belki tektir bile edebilirler! Çünkü onlar, bu tarîkatı (Budizm'in "drahma"ları
üzerine oturtmuş olan), ne eski rûhânîlerin geçmişteki düzmecelerini İslâm'dan
ayırt edebi­lecek ye­terli bir ilim ve basirete sahiptirler; ne de çağdaş
İlâhîyatçıların edebî ve akademik havalar içinde râbıta aşkına yazdık­ları
meşrûluk fetvâ­larını anlayabilecek kültür ve anlayış düzeyini
yakalaya­bil­mişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmanın, Nakşîbendîler tarafından
kutlan­ması ya da ödüllendirilmesi ih­timalden uzaktır. Bununla birlikte ya­zar,
râbı­tanın kesin yerini saptamak ko­nusunda açık bir kanâat ortaya
koy­madığın­dan bu sorun karşısında okuyu­cuyu te­reddüt içinde bı­rakmaktadır.

Çünkü okuyucunun aradığı özetle
şudur:
Râbıtanın İslâm'da yeri var
mıdır, yok mudur? Ya da başka bir ifade ile: Râbıta, ef'âl-i mükellefîn'den
hangisinin sınırları içinde kendine yer bulabi­lir?
Râbıta bir ibâdet şekli midir,
öğrenciyi hocasına bağlamak için seküler bir alıştırma ya da şartlandırma biçimi
midir, yoksa sırf bir zihin sporu mu­dur? Eğer bir ibâdet biçimi ise bunu
gerçekten, Mâide Sûresi'nin 35. ve Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmeleri ile
kanıtlamak mümkün müdür?
Eğer hocayı öğrencisine
sevdirmek, ya da hocanın saygısını öğrencisi­nin zihnine nakşetmek gibi
râbıtadan masum ve hayırlı bir amaç güdülmek iste­niyorsa, üstelik kitap ve
sünnetle kanıtlanan bir eğitim sistemi ise neden sa­dece Nakşî Tarîkatı'yla
sınırlı bırakılmakta, neden tüm ilim müesseseleri için öngörülmemektedir?
Allah'ın emir ve yasaklarını belli bir tarîkat çev­resiyle sınırlı tutmanın
açıklaması acaba ne olabilir?!
Hz. Peygamber (s.a.s.),
Nakşîbendîler tarafından yapılmakta olan râbıtayı aynı uygulanış biçimi ile
hayatında bir kez olsun yapmış mıdır? Yani gözünü yumarak, nefesini kontrol
ederek, teverruk oturuşu ile oturarak ve (mürşid diye kabul ettiği)
birinin şeklini zihninde canlandırarak "râbıta" adı altında bir eylemde bulunmuş
mudur; ya da ashabından birine böyle bir şeyi telkin etmiş midir?
Eğer amaç, gerçekten
Müslümanları râbıta hakkında aydınlatmak ise işte en başta bu ve benzeri
sorulara cevap bulmak sûretiyle gereken hizmet, ye­rine getirilebilirdi. Oysa bu
çalışma ile yapılan şeyler, ne yazık ki râbıta kav­gasını kızıştırmaktan başka
hiç bir işe yaramayacaktır! Yazar, büyük emek­ler vererek yaptığı söz konusu
araştırmasını belki de bu yüzden bastırma­mıştır.
Her şeye rağmen yazarın bazı
tesbitleri râbıta ile ilgili önemli gerçekleri su yüzüne çıkarmaktadır.
Bunlardan biri de O'nun şu sözleridir: "Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar,
oldukça muahhar devrin mah­sulleridir." Bu ifadenin son kesitinde, ağdalı
bir anlatım biçimi seçilmiştir! Bunun, bilinçli yapıldığını insan düşünmeden
edememektedir. Çünkü "Muahhar devrin mahsulleri" günümüzün Türkçesi ile "yakın
dönemin ürünleri" de­mektir. Yazarın hem hayatta bulunduğuna, hem de yaşlı
olmadığına ba­kıla­cak olursa, böyle bir dil kullanması ister istemez bazı
kuşkulara neden ol­maktadır. Eğer râbıta konulu kitapçıklar için «Muahhar devrin
mahsulle­ri­dir." deyimi yerine, örneğin: "Yakın tarihte kaleme alınmışlardır."
de­seydi, râbıtanın, daha dünün meselesi olduğu hakkında acaba bazı çevreleri
huy­landırmış mı olacaktı, yoksa Müslümanlarla tarîkatçılar arasında olaylar
çı­kacak diye yaza­rın bir­takım endişeleri mi vardı?! Bunu kestirmek kolay
de­ğil, ama O'nun, arı bir Türkçe ile hazırladığı çalışmasının orta yerine âdetâ
dikenli tel­ler gibi bu dolambaçlı an­latım biçimini beklenmedik şekilde
yerleştirmesine te­sadüf demek de zordur.
"Kavram olarak râbıta",
"Uygulama olarak râbıta" ve "Râbıtanın delil­leri" olmak üzere üç bölümden
oluşan çalışmasında yazar, ideal model ola­rak kâmil insanın varlığını
savunurken nihâyet sözlerinin sonlarına doğru ay­nen şu ifadeyi kullanmaktadır:
"Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar" atasözünde bir realite olarak var­lığı
ifade edilen bu idealizasyon, insân-ı kâmilleri hedef almakla bu ihti­yacı
gidermeye matuf olsa gerektir." (A.g.e., s. 44). Tabiatıyla bu sözler
onun en azından tarafsız olmadığını açıkça kanıt­la­maktadır.
Bunlardan başka, dört
Nakşî­bend­înin başbaşa vererek "Râbıta ve Tevessül" adı altında yazdıkları bir
di­ğer kitap da 1994 yılında yayınlandı. Bunun belki de en ilginç yanı, hacmı
ile içe­riği arasındaki tutarsızlıktır. Çünkü epeyce kalın gibi gözükmesine
rağmen sadece baş taraflarında râbıtadan biraz söz edilmiştir. Geriye kalan
kısmında ise şahıs bi­yografilerine ve daha çok, (yakın tarihte yaşamış olan ve
ilim dünyası tarafın­dan tanınmayan) "Doğulu" birkaç mollanın mitolojik
hayat hikâyelerine yer ve­rilmiştir. Bu nedenle üzerinde durmaya değmez.
Nakşîbendîlik tarihinde sırf
râbıta hakkında kaleme alınmış olan ya­zılı şeyler, birkaç kitapçıktan
ibârettir. Bunların en önce yazılmış olanı Halid Bağdâdî'ye âit "Risâle'tun Fi
Tahkıyk'ır-Râbıta" başlıklı mektuptur ki bu, 1811 yılından önce yazılmış olamaz.
Sebebine gelince Bağdâdî, ancak bu tarihte Nakşî şeyhi ola­bilmiş ve
Hindistan'dan Irak'a dönerek tarîkatını yaymaya başlamıştır. Bu da demek oluyor
ki: sırf râbıta hakkında ilk kez kaleme alınmış olan ka­yıtlı mal­zeme,
günümüzden en çok 185 yıl önce yazılmıştır (Bu tarih, râbıta hakkındaki bu
araştırmamızın, birinci baskısının gerçekleştirildiği 1996 yılı itibarıyladır).
Bu ise çok ya­kın bir geç­miştir. Dolayısıyla denebilir ki: İlk kez 1550'lerde
yalın bir kav­ram olarak söz konusu edilmiş olan râbıtanın, 1811 tarihine kadar
çeşitli ta­savvurlarla ve daha çok Hind mistisizminin etkisi altında zaman zaman
tarîkat meclisle­rinde rûhânîler tarafından işlenmek sûretiyle piştiği
anlaşıl­maktadır.
Gerek bunlar, gerekse râbıtayı
sadece bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan yazılı malzemelerin tümü, aynı
özelliklere sahip, üs­lûp ve bilimsellikten yoksun, rasgele, bölük pöçük ve bir
iki tanesi hâriç, ilim er­bâbı tarafından ciddiye alınmaktan uzaktırlar. Çünkü:
Hepsi de mistisizmin etkisi
altında şartlanmış olan insanlar tarafın­dan yazılmışlardır.
Bu şahısların tamamı, Uzakdoğu
dinlerinden en çok etkilenmiş olan Müslümanımsı toplulukların içinde
yetişmişlerdir.
Bu kitapçıkları yazanlar
arasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, gerçek kişili­ğiyle örnek almış bir tek adam
bile yoktur. Bunu nasıl söyleyebiliyoruz?
Çünkü her şeyden önce şurası
çok iyi bilinmektedir ki İslâm'a, tevhide, hakka, adâlete, bilgiye, dü­rüstlüğe,
çalışkanlığa ve yüce ahlâka karşı olan putperest, baskıcı, bağ­naz insanlara ve
zâlim güçlere karşı Allah'ın Rasûl'ü, hayatının hemen tümünü savaşarak
geçirmiştir. Namazını bu savaşın içinde kılmış, orucunu bu savaşın içinde
tutmuş, haccını bu savaşın içinde yapmış, zekâtını bu sa­vaşın içinde vermiş,
zikrini ve bütün ibâdetlerini bu savaşın içinde yapmış­tır... Nakşîbendî
"evliyâları"nın tamamı ise O'nun tam tersine, hayatta belki üzerlerinde paslı
bir çakı bile taşımamış, teslimi­yetçi, mistikçi, bedduâcı ve meditasyoncu
tipler olarak yaşamışlardır.
Bu kitapçıkların hepsi de İslâm
Ümmeti'nin çöktüğü; İslâm toprak­la­rının yabancılar tarafından işgâle uğradığı
ve çiğnendiği; parçalanıp bölüşüldüğü; Cehâletin ve ona bağlı olarak sefâletin,
her türlü gericiliğin ve geri kalmışlığın, hurâfelerle örülü bâtıl inanışların
en yaygın olduğu bir dönemde yazılmışlardır.
Bu yazılarda, insanları sırf
Nakşîbendîleştirmekten, mürîdi şeyhin mut­lak irâdesine körü körüne bağlamaktan
ve bunun arka planındaki he­defleri gerçekleştirmekten başka hiçbir amaç yoktur.



[1]
Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, İrfan Gündüz, Basılmamış bir çalışma, s.
4