Fecir | Konular | Kitaplar

Yoga Nedir?

Yoga Nedir




Yoga Nedir?:

 
Önce mûteber ve kapsamlı bir
İngilizce-Arapça kâmûs olan el-Mevrid adlı lügatta, "yoga" maddesine bir göz
atalım. Bu lügat, yogayı aynen şöyle tanımlamaktadır: "Yoga: Ruhu, Zât-ı İlâhîye
ile birleştirme amacına yönelik bir nefis ter­biyesi ve tefekkürden ibaret bir
dinsel Hind felsefesidir."
Bu târife bakıp yogayı,
tarîkattaki icrâ şekli ve maksadı bakımından râbıta ile karşılaştıracak olursak
onun esas itibariyle bir çeşit yoga ya da yoga­nın İslâm'a uyarlanmaya
çalışılmış özel bir şekli olduğunu anlamakta asla gecikmeyiz. Nitekim yoganın
mahiyeti, ayrıntılı bir şekilde meydana kona­rak râbıta ile karşılaştırıldığında
bu konudaki bütün tereddütler ortadan kalkmaktadır. Örneğin bu meseleyi,
kendilerine bir ihtisas alanı olarak seçmiş bulunan oryantalist J. Tandrio ve
ruhbilimci B. Real, ortaklaşa kaleme aldıkları The Yoga adlı eserde bu
meditasyon sistemini şu ifadelerle açıklamaktadırlar: "Yoga: İnsanın, doğal
olarak irâdeye dayalı ve sinirler üzerinde ege­menlik kurmak sûretiyle
bilinçaltı şekilde vücuduna görevler yüklemek için yaptığı bedensel, ruhsal ve
düşünsel alıştırmalardır ki bu sâyede onun ruhu, kâinat olaylarını idare eden
Yüce Rabb'in rûhu ile bütünleşmiş olur."[1]

Yukarıdaki her iki tanıma da
iyice dikkat edilecek olursa yogadaki temel hedefin, (hâşâ!) Allah ile birleşme
ideâli şeklinde ortaya çıktığı görülür. Burada, yeri gelmişken hemen kaydedelim
ki, râbıtanın da hedefi bun­dan başka bir şey değildir. Nitekim bakınız Ruhu'l-Furkan
adlı kitabın yazar­ları da râbıta konusuna ayırdıkları bölümde İsmet
Garibullah'dan naklettik­leri bir beytin açıklamasını yaparlarken kullandıkları
ilginç bir ifade ile yo­gadaki amaçların aynısını şu şekilde açıklamaktadırlar:
"Aziz kardeşim, senin şeyhin Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmuşsa sen de ona
râbıta etmen sâyesinde Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olursun."[2]
"Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî
olmak"(?) tâbirine gelince tarîkatçıların ihtiyatla kullanmaya özen
gösterdikleri örtülü bir söylemdir bu... Bu söyle­min altında yatan gerçeği daha
net bir şekilde ortaya koymak­tan çekinir ve -Allah'ın âyetlerini nasıl ki
bâtınî yöntemlerle te'vil etmeye çalışıyor iseler- onu da zaman ve zemine göre
çeşitli şaşırtıcı ifadelerle yo­rumlarlar.
Bundan asıl amaçları: Râbıta
gibi transandantal bir sistemle "vecd" ha­lini yaşayarak, (yani, mistik bir
kendinden geçme zevkini tadarak) sözde, Allah'ın yüce zât'ı ile birleşip O'nunla
(hâşâ!) yek vücûd hale gelmektir. Bunun canlı bir kanıtını yine Ruhu'l-Furkan
adlı kitaptan izleyelim.
Deniliyor ki: "Mevlâ'nın fazl-u
keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ'nın dışındaki her şey) sâlikin nazarından
tamamen kalkıp, Allah'dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim
kalmayınca, muhakkak fenâ fillâh (Allah-u Tealâ'da eriyip gitmek) tabir edilen
devlet hâsıl olmuş ve tarîkat hâli sona ermiş olur. Ve böylece seyr-i ilallah
(Mevlâ'ya doğru olan mânevî yürüyüş) tamamlanmış olur."[3]

İşte nasıl ki Hindular
"nirvana"ya, (yani henüz bu dünyada iken sonsuz mutluluğa) ermek için yoga
yapmayı bir vesîle ve tapınma biçimi olarak ge­rekli görüyorlarsa, aynı şekilde
Nakşîbendîler de "fenâ fillâh" olup (yani, kendi tabirleriyle hâşâ!) "Allah-u
Teâlâ'da eriyip gitmek" için râbıta yap­mayı vesîle olarak kaçınılmaz bir görev
sayıyorlar. Ancak çeşitli anlatım spekülasyonlarıyla temel amaçlarını gizleyerek
onu bu kadar açık bir şekilde ortaya koymazlar. Böylece râbıtanın aslını, câhil
mürîd takımının keşfede­meyeceği bir sürü kelime oyunları içinde hem gizli
tutmayı, hem de onu İslâmî bir görünüm içinde bu insanlara sunmayı
başarabiliyorlar!
Yoganın asıl kaynağı, Hindli
bir Budist râhip olan Patanjali'nin yazdığı Sutralar'dır. "Sutra" kelimesi
Sanskritçedir ve sözlük anlamı olarak "dizgin" demek­tir. Fakat terim olarak
-kutsal kitapların her cümlesine isim diye verilen- Arapça'daki "âyet"
sözcüğü ile tercüme edilebilir. Böylece "sutralar", "âyetler" anlamına
gelmektedir.
Bunlar, Budha Dini'nin, temel
dogmalarını oluşturmaktadır ve sekiz kuraldan ibarettir. Birincisi, ahlâkî
yasalardır. İkincisi, inançları konu edinir. Üçüncüsü, ibâdetin yapılışı
sırasındaki duruş şeklini açıklar. Dördüncüsü, solunumun kontrolüne. Beşincisi,
zihinsel hazırlığa, (yani, dikkatin toparlanmasına), Altıncısı, dinginlik hâline
(yani, konsantrasyona); yedincisi, dikkatin belli bir nokta üzerinde
yoğunlaştırılmasına; sekizincisi ise, maddî varlığın (egonun) ötesindeki öz
benliği yakalamaya ("vecd" haline, yani "nirvana" ya) ilişkindir. Nirvana'nın
tarikat terminolojisindeki tam karşılığı ise "fenâ fillâh"tır.
İşte özet bir açıklama ile yoga
budur.
Yogayı, râbıta ile -sadece tanımlama açısından-
karşılaştırdığımız zaman, şu ortak noktaları çok rahat bir şekilde tesbit
edebiliyoruz:
a) Râbıtada da, (vird
çekme sırasında) yogada olduğu gibi, solunumun kontrol altına alınması vardır.
b) Râbıtada da,
(yogadaki lotus oturuşundan alınan ilhamla) belli bir oturuş biçimi vardır.
(Buna, "ters teverruk oturuşu" denir.)
c) Râbıtada da, (yogada
olduğu gibi) dikkatin belli bir nokta üzerinde yo­ğunlaştırılması vardır.
d) Sonuç olarak râbıta da aynen yoga gibi
zihinsel, fiziksel ve mistik bir uygulama biçimidir.
Böylece râbıtanın, bir anlamda
yogadan farklı bir şey olmadığını, kesin bir şekilde kavramış bulunuyoruz.
Gelelim ikinci soruya: Yoga, hangi düşüncenin, hangi din
ve felsefenin ya da hangi inanış bi­çiminin ürünüdür? Bu inanışın Nakşîbendîlik
üzerindeki etkileri nasıl yan­sımaktadır?
Yoga, hiç kuşkusuz, Hinduizm'in
mistik felsefelerinden doğmuş bir meditasyon sistemidir. Hinduizm ise, (adından
da anlaşıldığı üzere) Hindli insana özgü sınır­sız hayâllerin çeşitli ürünleri
olarak asırlarca değil, belki binlerce yıl birbirini izleyen egzotik
düşüncelerden, dramatik olaylardan, nostaljik özlemlerden ve sonsuzluğu
yakalamaya dayalı içsel arayışlardan oluşan mistik birikim­lerdir.
Vedacılığın bir evrimi olarak
ortaya çıkan Brahmanizm'den, Budizm'e ve Patanjalizm'e dek, sayılamayacak kadar
bitmez tükenmez efsânelerden, destanlardan, felsefelerden, âyin ve tapınma
şekillerinden, büyülerden, ri­tüellerden ve sembollerden oluşan bu birikim,
onlarca yüzyıldır ki Hindli insanın zihnini, psikolojisini ve gönül dünyasını
olduğu kadar sos­yal ya­şamını da etkilemekte ve yönlendirmektedir.
Bu kadar kalabalık bir düşünce
ve inanç cümbüşünden meydana gelen Budist felsefe ile tasavvuf (ve onun bir
ürünü olan Nakşîbendî Tarîkatı) ara­sındaki önemli ortak noktalar şu şekilde
sıralanabilir:
a) Budizm'deki çok
tanrıcılığın temelinde, Allah'ın birliği inancına iliş­kin işaretler
sezilmektedir. Eski tevhid dinlerinin silik bir izi olarak da bu­nun devam etmiş
olabileceği ihtimali vardır. Bu inanış, "panteizm" şek­linde ortaya çıkmaktadır.
Panteizm: Tek olan yaratıcı
gücü, kâinâtın ebedî rûhu olarak kabul et­mek gibi bir inanış biçimidir. Buna
göre söz konusu güç, hem fizik, hem de metafizik tüm varlıkları kapsar ve
onların her zerresinde vardır.
Bu görüşün tasavvuf
terminolojisindeki adı "vahdet-i vücûd"dur. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki
Muhiddîn-i Arabî, Celâluddîn-i Rûmî, Ferîduddîn-i Attâr, Ömer Hayyâm ve Yunus
Emre gibi tasavvufçular da bu kanâate sahiptirler.
Bazı kimseler, büyük ihtimalle bu ünlü kişilerin,
yüzyıllardır Müslümanımsı topluma mal olmuş bulunmalarını -belki de önemli bir
ölçü ka­bul ederek- onları, Müslümanlar tarafından yöneltilen panteist
suçlamasına karşı savunmak amacıyla büyük çaba harcamışlardır. Örneğin bunlardan
biri, "panteizm"le "vahdet-i vücûd" arasında çok büyük farklar bulundu­ğunu
ileri sürmüş ve bu farkları dokuz maddeye kadar çıkarmak gibi olağa­nüstü bir
gayret sarf etmiştir.
Ne var ki bu şahısları İslâm
divânında savunmak ve âlimlerce onlara vurulmuş damgayı silmek için ortaya konan
bu açıklama ve gayretlerin iknâ edici olup olmadığı tartışma konusudur.
b) Budizm'de, (Avrupa
laikliği lehinde propaganda konusu yapılan) ta­rafsızlığa benzer bir eğilim ağır
basmaktadır. Ancak laikliğin, henüz ta­nımlanamamış; aynı zamanda din ve vicdan
özgürlüğü demek olduğu ka­nıtlanamamış olmasına karşın, Budizm'de (tarafsızlığın
değil), hoşgörünün, bir dereceye kadar geçerli olduğunu söylemek mümkündür.
Budizm'den oldukça etkilenmiş
olan Nakşîbendî Tarîkatı'nda da ge­nelde şirk dinlerine karşı bir hoşgörü
vardır. Öyle ki bu eğilim, tevhid ko­nusunda titiz olan "Bağımsız Müslümanlar"a
ve "Selefîler"e karşı Nakşî­bendîlerde belirgin bir sertliğe neden olmuştur. Yüz
elli yılı geçkin bir za­mandır bütün şiddetiyle süren Nakşîbendî-Vahhâbî kavgası
bu gerçeğin en büyük kanıtıdır. Oysa Nakşîbendîler, (bu tarîkatın en büyük
faaliyet alanı olan Türkiye'de) kökten putçularla çok iyi geçinmektedirler.
Aralarındaki buzlar, özellikle 1950'lerden sonra tamamen erimiştir.
Sonuç olarak denebilir ki: Çok
canlı özellikler içinde Nakşîbendîliğe, râbıta adı altında yansımış olan yoga,
bu tarîkatın, önemli noktalarda para­lellik gösterdiği Budizm'in transandantal
sistemidir. Bu ilgiyle belirtmek gerekir ki, her ne kadar Maharishi Mahesh gibi
çağdaş yoga teorisyenleri ta­rafından ileri sürüldüğü üzere bu meditasyon
şeklinin, tamamen seküler bir anlam taşıdığı ve "insana üstün bir fiziksel,
ruhsal dinlenme ve rahat­lama verdiği" yolunda yoğun propagandalar
yapılıyor ise de yukarıda J. Tandrio ve B. Real'dan yapılan alıntılardan da
açıkça anlaşıldığı üzere yoga, gerçek anlamda Budist bir ibâdet ve âyin
biçimidir.
Cevaplandırılmasıyla râbıtanın
esin kaynağını belki de en çok aydınlata­bilecek olan üçüncü bir soru ise şudur:
Yoganın uygulanış şekli nasıldır? Çünkü bu soruya verilecek cevapla, yoga
meditasyonunun, râbıta ile olan o kadar benzer yanları ortaya çıkmaktadır ki
karşılaştırıldıklarında bu iki şeyden birinin -mutlak sûrette- diğerinden
alındığına ilişkin, mantıklı bir insanın artık hiç bir kuşku içinde kalmayacağı
akla gelmektedir. Peki nedir bu benzer noktalar ?
Bakınız, Sir James Bolevard,
"Meditasyon Tekniği" başlığı altında, tıpkı Nakşîbendî râbıtasını anlatırcasına
yoganın uygulanış şartlarını nasıl sıra­lamaktadır:
"Meditasyonu hayata
geçirebilmeniz için bir kaç temel koşul vardır.
1- Rahat, dik ve elden
geldiğince dengeli bir oturma biçimi.
2- Düzenli ve heyecansız
bir solunum.
3- Konsantre olacağınız
bir nesne.
4- Ruhsal ve fiziksel
dinginlik.
5- Ses, hareket ve ışık
gibi sizi rahatsız edebilecek şeylerden uzak bir yer."[4]
Dilerseniz şimdi de, son dönem
Nakşîbendî şeyhlerine âit kitapçıklar­dan aktarılarak baş taraflarda açıklanan,
râbıtanın tanımlarını, şartlarını ve uy­gulanış biçimini yeniden gözden
geçirmeye çalışınız. İkisini karşılaştırdı­ğı­nızda râbıta ile yoga arasında
belki yalnızca şu farkı görebileceksiniz:
Yoga, Hind zevkinin mahsûlü bir
meditasyon sistemidir; râbıta ise Nakşîbendî Tarîkatı'nın bir kuralıdır. Evet bu
doğrudur. Fakat buna tamamlayıcı bir cümle daha eklemek ge­rekmektedir ki o da
şudur: Râbıta, İslâmî kavramlardan yararlanılarak yoganın, Farsça ve Türkçe
ifade edilmiş şeklidir. Veya daha başka bir deyimle râbıta: Yoganın,
Sanskritçeden Farsça'ya ve Türkçe'ye çevrilerek İslâm'a uyarlanmaya çalışılmış
bi­çimidir. Elbette ki uyarlamanın gereği olarak az çok bazı düzenlemeler
ya­pılmış, bu cümleden olarak İslâm'ın ibâdet kurumundan istifadeyle birta­kım
desteklemelere gidilmiştir. (Abdest almak gibi.) Yoganın bazı ayrıntıla­rında da
basit değişiklikler yapılmıştır (Lotus oturuşu yerine, soldan teverruk oturuşu
gibi...).
İşte râbıtanın,
kesinlikle yogadan taklit edildiğine ilişkin gerçekler özetle budur. Fakat ne
yazık ki -sıradan câhil mürîdler şöyle dursun- koskocaman tarîkat
şeyhleri(!)'nin, bizzat kendileri bile bu gerçeklerden tamamen haber­sizdirler.
Yoksa bu adamların, bilinçli ve böylesine sistemli bir şekilde yüz binlerce
Müslümanı Budistleştirmek için, herhalde İslâm'ı yıkmaya yemin etmiş birer azılı
Allah düşmanı olduklarını söylemeye imkân yoktur.

 




[1]
El Yoga,  J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif,
Beyrut-Lübnan 1988



[2]
Ruhu'l-Furkan: 2/ 82, 83



[3]
A.g.e., s. 63




[4]
Meditasyon, Sir James Bolevard s. 28. -Çeviri, Şebnem Gürpınar, OHM Y., İst.
1993